ru24.pro
World News in Turkish
Декабрь
2024
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30
31

Aile hikâyesinin peşinden giden kitaplar

0

Aile hikâyeleri nice roman ve öyküye de konu olmuştur. Yakup Kadri, Kiralık Konak’ta Osmanlı’nın son dönemlerinden Cumhuriyet’in başlangıcına kadar olan süreçte, Naim Efendi ve ailesinin üç kuşak boyunca yaşadığı değer çatışmalarını ve toplumsal değişimi konu alır. Fatih-Harbiye’de Peyami Safa, mütedeyyin bir semtte büyüyen Neriman’ın, Harbiye semtindeki modern hayatı keşfetmesi ve bu süreçte ailesiyle olan çatışmalarını anlatır. Yine bir Osmanlı ailesinin Cumhuriyet dönemindeki dönüşümü ve üç kuşak boyunca yaşadığı değişimler Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları kitabına konu olur. Latife Tekin, Sevgili Arsız Ölüm’de bir Anadolu köyünden büyük şehre göç eden Dirmit ve ailesinin başından geçen olaylar üzerinden kırsal-kentsel yaşamın zorluklarını, geleneksel değerlerin değişimini işler. Özünü hâkikatten alan kurmacada, aile hikâyeleri tükenmez. Reşat Nuri Güntekin’in Acımak ya da Yaprak Dökümü romanı, Necip Fazıl’ın Ahşap Konak oyunu ya da Münevver Ayaşlı’nın Pertev Beyin Üç Kızı gibi bir çırpıda ekleyeceğimiz pek çok edebi eser, aileyi merkeze almıştır. Ancak aile hikâyeleri, sadece kurmacalarla da yetinmez. Çünkü bir aile hikâyesi, yalnızca bir aileyi anlatmaz. Aynı zamanda sosyal tarih araştırmalarının da önemli bir boyutunu oluşturur.


AILE TARIHI ÇALIŞMALARI GIDEREK ARTIYOR

Ülkemizde aile tarihi çalışmaları maalesef yakın zamana kadar oldukça sınırlıdır. Prof. Dr. Selim Karahasanoğlu, konuyla ilgili bir makalesinde “Avrupa ve Amerika’da 1970’lerden bu yana devam eden aile tarihi çalışmaları, oldukça çeşitlenmiş ve önemli ürünler vermişken, Türkiye’de aile tarihinin ‘ayrı’ ve ‘oturmuş’ bir alan olarak yerleştiğini iddia etmek güç” ifadesinde bulunur. Yine aile tarihinin yazılmaması nedenlerinden birkaçını Prof. Dr. İlber Ortaylı, şöyle sıralar: “Birincisi; birçok ailenin şecereleri ile vakıf kayıtları arasında sarih bir bağlantı kurulamıyor. Dolayısıyla vakıflar ve Başbakanlık Osmanlı Arşivi arasındaki kayıtların birlikte incelenmesi verimli bir sonuç vermiyor. Tabii bundan ayrı olarak ailelerin günlük ve hatırat tutmadıkları bir gerçektik. Kamusal kayıtlar dışında Türk milleti özel hayatlarını kayda geçirmeyi sevmemiştir. İkincisi, bazı ailelerin tutulan kayıtları veya haklarında yazılanların hepsi bir arada mütalaa edilmemiştir ama istisnaları çıkmaya başlıyor.” Ayrıca ek olarak, Türk toplumunun geleneksel yapısında var olan belki de genlerine kadar işlemiş bulunan, “kişisel başarıların saklanması ve bununla iftihar etmekten kaçınılması” geleneğinin de aile tarihinin kayda alınmasını zorlaştırdığını da bu maddelere ekleyebiliriz. Oysa tarihte gördüğümüz güçlü imparatorlukların bir çoğunun tohumu tek aile tarafından atılmıştır. Savaş ve göç sebebiyle birbirinden kopan her aile, yeni bir mekânda yeni bir soyun filizlenmesine sebep olur. Köklü ve varlıklı aileler, bulundukları semtleri, şehirleri ihya eder. Toplumun en küçük yapısı olan aile; yeri geldiğinde o kocaman toplumun değerlerine sahip çıkar. Onları korur ve gelecek nesile aktarır. Tam da bu nedenlerle diyebiliriz ki: Tüm bu aileler biricikliği ile bilinmeyi ve kayıt altına alınmayı hak ederler. Ne mutlu ki son yıllarda aile hikâyelerini konu alan kitaplar giderek çoğalıyor ve okuyucu da bu kitapları heyecanla karşılıyor.


BIZE ILHAM VEREN AILELER

Yeni Şafak Kitap eki olarak bu sayımızda bize ilham veren, bizi farklı mekânlardan farklı zamanlara sürükleyen ancak bu zaman yolculuğunda ayaklarımızı tarihi gerçeklikten hiç kesmeyen aile hikâyelerinin izini sürdük. Süleymaniye Mahallesinde Bir Aile - Abbas Hilmi Erhan ve Çevresi, Ayverdiler - Bir Ailenin Kısa Hikâyesi, Subaşızadeler - Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Devlet ve Toplum Hizmetinde Bir Aile, Kiske Kuşunun Peşinde - Katamizeler, Erverdi Ailesi'nin Şeceresi ile Osman Bey ve Ailesi, bize dosyamızda eşlik eden kitaplar oldu. 80. yaşından sonra okuyucu sıfatını ilk kez yazarlıkla değiştirerek kalemi eline alan Fethi Erhan’a Süleymaniye’deki mahalle ve kültür hayatını ailesi üzerinden anlatmaya nasıl karar verdiğini sorduk. Ayverdiler ailesinin bir üyesi olarak Sinan Uluant, “Bir aile hikâyesi sadece bir aileyi mi anlatır?” sorumuzu yanıtladı. Ayrıca Uluant, Ayverdiler’in kültür dünyamıza kattıklarını ve bir ailenin ömrünü nasıl bir vakfa dönüştürdüklerinden bahsetti. Yine uzun yıllar ailesinin izini süren Prof. Dr. Nedret Kuran Burçoğlu, ailesiyle ilgili araştırmalara nasıl başladığını bizlere anlattı. Subaşızadeler-Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Devlet ve Toplum Hizmetinde Bir Aile, kitabının ortak yazarları Mümin Yıldıztaş ve M. Berke Merter, aile tarihi araştırmalarının aynı zamanda profesyonel bir yardım ile de kaleme alınabileceğini göstererek, “Bir aile hikâyesini, öznel kaynaklardan çıkararak belgelerle anlatmak nasıl bir tutum içerisinde olmayı gerektiriyor?” ve “Aile hikâyelerinin, sosyal tarih araştırmalarındaki yerini nasıl konumlandırıyorsunuz?” sorularımızın yanıtını vermiş oldular. Kiske Kuşunun Peşinde kitabıyla Oktay Özel ise araştırmacı ve aile üyesi kimliklerini bir potada eriten ve dosyamıza kıymetli bir katkı sağlayan isim oldu. Özellikle aile tarihi çalışmalarında sözlü kaynaklardan etkin bir biçimde faydalanabilmenin ne denli gerekli olduğunu ve tarih yazıcılığının yeni dönemde bu yöntemle gelişeceğinden bahsetti. Ve son olarak aile şeceresini yakın zamanda okuyucuya sunan Ezel Erverdi, şecereyi bilmenin önemini ve katkısını bizimle paylaştı.


M. Berke Merter: Kitabı başta kendim için istedim

Aile hikâyesinin peşinden neden gidilir? Siz neden böyle bir yayın hazırlama ihtiyacı duydunuz?

Esasında bu kitabı başta kendim için istedim. Ailemi kendime anlatmak için. Onları daha iyi tanımak istedim. Ben 1973 Almanya doğumluyum, uzun yıllar orada yaşadım. Açıkçası orada insanlar geçmişlerine daha hakim. Aileler sanki daha iyi korunuyor, aile içerisindeki aktarım da daha iyi. Buna da biraz özendim, “Biz neden böyle yapmıyoruz” diye. Bu açıdan da aile hikâyemi ortaya çıkarmak istedim. Maalesef ailemizde eskiyi bilen tek kişi babamdı ve onu erken yaşta kaybettik. Dolayısıyla geçmişten gelen bilgiyi bana tam aktaramadı. Çünkü çocuktum. Bazı şeyler aklımdaydı ama merak ediyordum. Araştırmayı çok seven birisiyim, hobi olarak kendime her zaman bir konu bulurum ve derinlemesine o konu üzerine okumalar, araştırmalar yaparım. Dolayısıyla bu tam bana göre bir konu gibi. Başta ben “İyi ya da negatif ne çıkarsa ben razıyım, sonuçta bir tarih kitabı yazıyoruz” diye düşünmüştüm. Ama güzel bir hikâye çıktı. Bu işbirliği güzel bir meyve verdi diye düşünüyorum. Devamı da gelecek. Bu çalışmayı yaparken babaannemin erkek kardeşi Lütfü Bükülmez’in kızı Gülsen Hala’ya gittim. O da sağolsun bana babasının I. Dünya Savaşı’ndan kalma günlüklerini verdi. Bir de o gündenlerden kalma Doğu Cehpesi’ne ait bir fotoğraf albümü var. Onu da kitaplaştırmak istiyoruz. Yine elinde babaannemin dedesinin babasının el yazısıyla Mekke seyahatnamesi vardı. Bunları da yayınlamam için bana verdi. Onları da yayınlamak istiyoruz. Bakanımız Ahmet Lütfü Efendi’nin seyahatnamesi bu, padişaha sunmak üzere yazılmış. Arşiv kısmı gerçekten kolay olmadı. Biz daha geriye de gitmek isterdik ama zor. Bulamadık maalesef. İpucu olarak bazı şeyleri aile içerisinde biliyorduk. Araştırmalarımız sonrası bu ipuçları da güçlendi ama bilimsel kanıt kısmı eksik kaldı ve biz de yazmak istemedik.

Uzun yıllar Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan ailenizin serüvenini araştırdığınızı ancak amatör bir tarihçi olarak bir noktada tıkandığınızı ifade ediyorsunuz. Bu noktada profesyonel bir yardımla kişisel tarihinizi yazmak nasıl bir tecrübeydi?

Bir noktadan sonra artık benim de bu konuda yetersiz olduğumu gördüğüm için artık bir işbirliği, profesyonel destek gerektiğini düşündüm. Daha önce başka bir arkadaşımla yürütmek istedim ama onun bir türlü zamanı olmadı. Sonrasından internette araştırdım. “Beykoz’da Milli Mücadele ile ilgili makalesi olan kimler?” Önüme bir isim çıktı: Mümin Yıldıztaş. Biraz daha araştırınca “İstanbul’da Mütareke Günleri” konusunda bir kitabı da olduğunu gördüm. Onlar dışında yine Milli Mücadele kahramanlarından birini anlattığı kitapları vardı. Kendisine Instagram’dan ulaştım. O da sıcak karşıladı. Buluşup görüştük ve anlaştık. Açıkçası Mümin Bey ilk başta bunun bir kitap olabileceğine inanmadı. Ama yine de ilgilendi sağolsun ve “Belki bir aile şeceresi olabilir, bir makale olabilir” dedi. Sonrasında ikinci ve üçüncü buluşmalarda ben kendisine elimdeki kitapları getirdim. Daha önce uzun yıllar boyunca okuya okuya birçok kitaptan kaynaklar biriktirmiştim. Bir de bazı belgeler vardı elimde. Onları da kendisiyle paylaştım. Kendisi de bunları okudu ve bu bilgilerden yola çıktık. Tabii bir tarihçi gözüyle arşivlere hakimdi. Arşivlere girdi, oradan da başka şeyler buldu. Sonrasında paslaşarak devam ettik. Ben bu konuda amatördüm ama aileden olmam sebebiyle ekstra bir tutku ve heyecanla internet ya da kitaplar üzerinden ek bilgilere ulaşıyordum. Birbirimizi böyle tamamladık. Çok güzel bir süreçti. Kitabı akademik bir formata sokmak açısından desteği çok önemliydi. Bilgi ve tecrübe bakımından da elbette. Dolayısıyla çok da güzel bir işbirliği oldu.


Mümin Yıldıztaş: Aşağıdan tarih son yüzyılda önemli bir ivme kazandı

Berke Merter, uzun yıllar Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan ailesinin serüvenini araştırdığını ancak amatör bir tarihçi olarak bir noktada tıkandığını ifade ediyor. Siz ise bu noktada Merter’e profesyonel bir yardım sunuyorsunuz. Bir aile hikâyesini, öznel kaynaklardan çıkararak belgelerle anlatmak nasıl bir tutum içerisinde olmayı gerektiriyor?

Sözlü anlatımlar, tarih yazıcılığında elbette ki önemli yer tutar. Öncelikli olarak sözlü tarih, tarih yazıcıları daha doğrusu araştırıcıları için ilham kaynağı ve temel dinamiktir. Ancak ortada olan bir hadise kişiden kişiye, nesilden nesile sözlü aktarımlarla devredildiğinde mutlaka aslından ve saflığından çok şey kaybeder. Sözkonusu anlatılan bir hadise ise o hadiseyi yaşayanlar da berhayat olunca olayları doğrulatacak kaynak olarak geriye sadece yazıya geçirilmiş olan dökümanlar kalır. Bu dökümanlar, bazen mektuplar, bazen hatıratlar, kitâbeler, mezar taşları, arşiv belgeleri olur. Bizim kültürümüzde maalesef yaşanmışlıkları kaleme alıp sonraki kuşaklara bir hatıra bırakma geleneği pek yaygın değildir. Hatta belki de gurur, kibir olur düşüncesiyle önceki kuşaklar, yaptıkları önemli işleri anlatmaktan bile imtina etmişlerdir. Mümkünse toplumu etkileyen işler yapanların hikâyelerini, başkaları bilebildiği, hatırında kalabildiği kadar sonraki nesillere aktarır. Aslında Berke Bey’inki de pek farklı değil. Elbette ki profesyonel tekniklerle bu çalışmaya başlamadan evvel Berke Bey, ailesi hakkında bir çok bilgiye sahipti. Ancak bu bilgilerin doğruluğundan, doğruluk dercesinden pek de emin olamıyordu. Ya da doğruluğunu tasdik ettirebileceği kaynaklar oldukça sınırlıydı. Çünkü Subaşızâde ailesi hakkında Osmanlı ve erken dönem Cumhuriyet kaynaklarını tetkik etme imkânı bulamıyordu. Bilindiği üzere yazı devrimi ve özellikle de on yıllardır devam eden dilde arı Türkçe oluşturma çabaları, eski metinleri herkesin okuyup anlamasının önüne geçmiştir.

Bir tarihî yaşanmışlığı belgelerle ortaya koymak, elbette ki Osmanlı Türkçesini çok iyi okumak ve anlamak yeteneğine sahip olmayı zorunlu kılar. Çoğu zaman bu da yeterli olmaz, araştırma tekniklerini bilmeniz gerekir. İlgilendiğiniz konunun ayrıntılarına Osmanlı Arşivi’nden nasıl erişebileceğini bilmeniz gerekir. Tabii ki Osmanlı Arşivi’nden istifade etme imkânları eskiye nazaran özellikle son yıllarda oldukça gelişmiştir. Belgelerin özetleri internet ortamına açılması, araştırmacıları oldukça rahatlatmıştır. Ancak her ayrıntıyı özetlenmiş bilgilerden yakalama imkânınız olmayabilir. Hatta belgenin aslını Osmanlıcasından okuyabilmeniz de yeterli olmayabilir. Bunun için mutlaka uzun yıllara dayalı bir tecrübe şarttır. Nacizane Osmanlı Arşivi’nin değişik birimlerinde 27 yıl çalışmış olmam ve arşiv merkezli araştırmalara 35 yıldır kesintisiz olarak devam ediyor olmam benim birçok belgeye erişmemi ve bunlardan sonuç almamı kolaylaştıran bir unsur olmuştur. Tabii ki, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Devlet ve Toplum Hizmetinde Bir Aile Subaşızâdeler” adlı çalışmamızda kaynak olarak sadece Osmanlı Arşiv belgeleri kullanılmamıştır. Dönem gazeteleri, hatıratlar, hatta mezar taşları ve kitabeler, temelini Berke Bey’in atmış olduğu bu çalışmanın geri kalanını tamamlamıştır. Bu süreçte de Berke Bey işe başladığı gayret ve ilgisini aynen ve fazlasıyla devam ettirerek günümüz Türkçesi ile yazılmış birinci el kaynakları ve araştırma eserlerini tetkik etmeğe devam etmiştir.

Aile hikâyelerinin, sosyal tarih araştırmalarındaki yerini nasıl konumlandırıyorsunuz?

Tarih denildiğinde insanların ilk aklına gelen savaşlar, devrimler, savaşlar sonrası yapılan antlaşmalar ve belki de bir miktar kralların (bizde padişahların) ve yakınları ile ulusal kahramanların hayat hikâyeleri olur. Oysa çoğu zaman devletler, yöneticiler, soylular, zenginler kadar bazen yönetilenler, işçiler, köylüler, sıradan yaşantıya sahip insanlar da tarih bilimi açısından önemlidir. Böyle sıradan insanı merkeze alan araştırmalar “aşağıdan tarih” kavramı ile nitelendirilir ve aşağıdan tarih, gelişmiş toplumlarda son yüzyılda önemli bir ivme kazanmıştır. Bununla beraber özellikle bizim ülkemizde aşağıdan tarih kavramı içinde değerlendirilen aile tarihi araştırmaları daha çok ilk ve ortaokullarda verilen ödevlerle sınırlı kalmaktadır.

Berke Merter ile birlikte yaptığımız bu çalışma da aslında sadece Subaşızâde ailesinin geçmişi ortaya konulmakla kalmamış, ailenin Osmanlı Devleti’nin son dönemleri ile Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında bildiğimiz bir çok olaya ne ölçüde katkı sunduğunu ortaya koymuştur. Hatta bu sürece dair bilinmeyen bir çok konuyu da tarihçilerin dikkatine sunmuştur bu eser. Mesela Milli Mücadele Dönemi’nde İstanbul’dan Ankara’ya yapılan silah ve yetişmiş personel kaçırma işleri denildiğinde hep Üsküdar’daki Özbekler Tekkesi akla gelir. Oysa aileye ait Beykoz’daki Kirazlı Çiftliği de aynı derecede bu amaçla bir üs olarak kullanılmıştır. Sonra yine İstanbul’un batı taşrasında bulunan Haznedar Çiftliği, milli mücadeleciler tarafından sığınak, kaçış ve barınma merkezi olarak değerlendirilmiştir. Burası aynı zamanda Trakya’da devam eden Millî Mücadele’ye de hem lojistik destek sağlamış hem de yine askerî imkânların nakledildiği bir menzil olmuştur. Haznedar Çiftliği o dönemler, “Merter” semtinden dolayı hemen herkesin ismini bildiği Ahmet Merter’in ikiz kardeşi Hüseyin Hüsnü Bey tarafından işletiliyordu. Ahmet Merter ise Ahırköylü Ahmet adıyla doğrudan Trakya Millî Mücadelesinin içinde ve yönetimindeydi. Burada sosyal tarih demişken bu iki kardeşin kız kardeşleri Naile Vesile Hanım’ın da özellikle Cumhuriyet’in ilk yıllarında varıyla ve olanca gücüyle gece gündüz nasıl çalıştığını binlerce insana, fakir fukaraya nasıl dokunduğunu hatta insanî faaliyetlerinin bu ülkenin sınırlarını bile aştığını söz konusu çalışmamız sonucunda görmüş ve okuyucuların bilgisine sunmuş olduk.


Fethi Erhan: Tarihe not düşmek maksadıyla kaleme aldım

Bugün artık kaybolan bir kültüre tanıklık ettiniz. İstanbul, Süleymaniye’deki mahalle ve kültür hayatını aileniz üzerinden anlatmaya nasıl karar verdiniz?

Doğrusunu söylemek gerekirse ben bu işe İsmail Kara’nın teşvikiyle girdim. Dergâh Yayınları dolayısıyla İsmail Kara’yı neredeyse elli senedir tanıyorum. Bu işe başlarken bana o zamanki sosyal hayatı anlatan, bana bir satır başı olacak 20 sayfalık bir yazı gönderdi. Ben önce onları okumaya başladım. Bu yazıda o zamanki Süleymaniye ve Suriçinde doğumlar, ölümler ve önemli olayları anlatan notlar yer alıyordu. Ama ailemin soyuna da vakıftım tabi ki. Ben 80 yaşındayım. Bir de benim kitapta da bahsettiğim amca kızım var: Süheyla Erhan. O da 1936 doğumlu, benim mavi beşiğimi sallamış ablamdır. Ben ailemizle ilgili pek çok şeyi ona sordum. Hâlâ daha sorarım. Bununla birlikte ailemle ilgili belgelerin çoğu bendeydi. Annem 1985’te vefat ettikten sonra ben o bütün belgeleri aldım, koruyorum. Abim de var aslında ama o çok meraklı değildir. Süheyla Ablam ama meraklıdır. Doğduğum konağı da siz buldunuz.

Bir aile hikâyesi sadece bir aileyi mi anlatır?

Ben kendi deyimimle mütedeyyin bir çevredeki ailemi anlatıyorum. Ailemin 1914’den 1969’a kadar Süleymaniye Mahallesi’nde ikâmet etmesinden ve benim de 1944 Süleymaniye doğumlu olmam dolayısıyla Süleymaniye’yi, sokak ve evlerini, o zamanlardaki hayat tarzını, babamın ve ailemizin yakınlarını, komşularımızı, arkadaşlarımızı tanıtmaya çalıştım. Bunlar arasında o yıllarda Süleymaniye’de ikâmet eden, bir kısmı orada faaliyet gösteren mütedeyyin camiadaki kişiler de var. Bütün bunları tarihe not düşmek maksadıyla kaleme aldım. Kitabı hazırladıktan sonra önce İsmail Kara okudu. Ben şimdiye kadar hiç günlük tutmadım. Daha önce anılarımı da yazmamıştım. Biraz hafızama güveniyordum. Kitabı okuyanlar, “Bu kadar şeyi yüz sayfaya nasıl sığdırdınız” dediler. Daha evvel bir yazarlık tecrübem yok. Yazdıklarım benim hafızamda olanlar. Şimdi yeni bir kitap üzerine çalışıyoruz. Kendimle ilgili Harun Yöndem ile aşağı yukarı 22 saat konuştum. Notlar almıştım tabi. O notlar üzerinden konuşmuştum. Onlardan da istifade ettim tabi. Ben öyle olaylar anlatıyorum ki hiçbir şahidi yok hepsi vefat etti. Bu kitap çok özetle söyleyeyim kendi tahsil hayatım. Süleymaniye çok kısa. Kendi tahsil ve iş hayatımı anlatıyorum.


Oktay Özel: Her tarih tartışmasında nesnelliğin bir sınırı var

Kiske Kuşunun Peşinde, Katamize/Özel ailesi üzerinden yapılmış bir mikro tarih çalışması. Ama aynı zamanda kendi ailenizin hikâyesini anlatıyorsunuz. Öznel bakabileceğiniz bir konuyu nesnel ve bir tarihçi bakış açısıyla kaleme almak nasıldı?

İlginç ve öğreticiydi. Her tarih tartışmasında nesnelliğin bir sınırı var elbette, bu türden aile tarihi çalışmalarında da aynı şey söz konusu. Eğer sıkı durmaz ve belli bir mesafeyi muhafaza etmeye dönük bilinçli bir çaba göstermezseniz daha ilk adımınızda bu sınıra dayanırsınız! Ve oradan bir tarih çalışması zor çıkar. Bu farkındalıkla kaleme aldım bu tarihi, bizzat benim ailemin yakın tarihini. İşimi kolaylaştıran bir başka faktör ise bu kitabın gerisindeki araştırmanın neredeyse yirmi beş yıla yayılmış olmasıydı; her bir bilgiyi, bulguyu sindirmek ve olabildiğince soğukkanlı değerlendirebilmek için yeterince vaktim oldu. Üçüncüsü, kitabı kaleme almaya karar verdiğimde hepsini tekrar gözden geçirdim ve zihnimde beliren o büyük resmi çizmeye çalıştım. Ayrıntılar o resim içinde kendiliğinden yer aldılar. Böyle olunca tek tek olayların ve ayrıntılarının size ayak bağı olmasının önüne geçiyorsunuz büyük ölçüde. Her biri o büyük resmin hikâyesi içinde usulca ve kurgunun akışı içinde belli bir doğallıkla yerini aldı. Bazen ayrıntısıyla bazen ana hatlarıyla… Benim için buradaki ölçüyü belirleyen iki kriter oldu. İlki o tekil olayın/örneğin, parçası olduğu tarihselliğin bir temsili olarak ne kadar kritik önemde olduğuna dair benim verdiğim karar (tarihçiyim ya!), ikincisi o olayın/örneğin merkezindeki öznenin (ki her birinin gerçek kişiler olduğunu unutmayalım) kendi kişisel dünyası veya yaşayan hatırasının içerdiği mahremiyet sınırları… Bu kitap özelinde öznellik-nesnellik meselesini esasen bu zeminlerde tecrübe ettim ve olabildiğince aşmaya çalıştım. Bir de yer yer kurmacanın ve edebiyatın yardımını çağırdım. Şunu unutmayalım: Önünde sonunda özel hayatları ifşadan değil bir tarih çalışmasından söz ediyoruz. Temsilin sınırı tarihin de tarihçiliğin de sınırı oluyor haliyle… Buradan hareketle gideceğiniz bir sonraki durak ve o durağın sorusu ise hem ürkütücü hem büyüleyici: Tarih(çilik) mümkün mü?

Savaşlar, göçler yaşayan bir aile hikâyesinin izi nasıl, nereden sürülür?

Birçok kulvardan. Sözlü tarih en önemli kulvar... Aile arşivleri, fotoğraf albümleri, mektuplar, yazışmalar, nüfus ve mülkiyet bilgilerini içeren resmî, gayri resmî evrak, kurumsal ve ulusal arşivler, yabancı konsolosluk raporları, vb... Elde ne varsa ve imkânlar ne kadarına el veriyorsa... Otuz hatta on yıl öncesine göre bu kulvarların bazılarında gerileme (yaşlıların ölümleriyle birlikte dağılan, yok olan veya yok edilen aile arşivleri gibi), bazılarında ise ilerlemeler var (her türlü kamusal bilgi kaynaklarına erişim imkânlarının artması gibi). Aile arşivi ve hafızası bağlamında, kalan evrakı muhafaza etmek ve aile büyükleriyle bir an önce ayrıntılı sözlü tarih kayıtlarına başlamak, tarihsel hafızayı kayda geçirmek gerek. İhmal edilen her geçen gün aile hikâyesinin izlerinden bir parçanın geri gelmemecesine silinmesi anlamına gelir. İkinci kulvarda ise oturduğunuz yerden bilgisayarınız üzerinden belli düzeylerde araştırma yürütebilir, iz sürebilirsiniz... Dijital çeviri imkânları ve yapay zekâ alanındaki son gelişmeler de işin bu kısmını daha kolaylaştıracaktır şüphesiz. Öte yandan, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecini tecrübe etmiş nesillerin tarihi söz konusu olduğunda, Kiske Kuşu’nun Peşinde türünden bir kitabın on veya yirmi yıl sonra yazılabilmesi imkânı bütünüyle ortadan kalkmış olabilir. Çünkü o tarihin sözlü kaynakları neredeyse göçmüş durumda, yani şimdiden tarih oldular!

Resmi evraka mahkum olmadan da tarih yazılabileceğini ifade ediyorsunuz. Bu anlamda, tanıklık ve sözlü kaynaklar genelde tarih yazıcılığı için yeterli görülmüyor mu?

Gelişmiş çağdaş tarih yazımında fazlasıyla yeterli, ama Türkiye’deki ana akım standart akademik tarihçilik onların da diğerleri kadar meşru bir kaynak olduğunu kabullenmekte zorlanıyor. Akademik tarihçilik modern sosyal/beşerî bilim disiplini olarak üniversiteler bünyesinde kurumsallaştığı andan bugüne geçen zaman içinde kendi ortodoksisini de yarattı. Dünyada da öyle. Türkiye’deki tarih algısı ve kamusal alandaki tarih tartışmalarının düzeyi, onlara eşlik eden ağır politik ve ideolojik gündemlerin eşliğinde bu ortodoksiyi daha da keskinleştirmiş görünüyor. Ama şurası da bir gerçek: Farklı türden tanıklıklar ve sözlü tarih gibi kaynaklara yönelik kategorik dışlama ve hiyerarşik algılar son birkaç on yıldır önemli ölçüde aşındı ve kırılmaya başladı. Bu süreç hızlanarak devam ediyor. Yeni nesil tarihçiler bu konuda daha cesur, girişken ve yaratıcılar. Bu sürece epistemolojik bir kırılma da eşlik ediyor derinden derine… Yani tarihsel bilginin doğasına ve oradan hareketle “gerçek”, “kesin bilgi”, “temsil” gibi temel kavramlara dair bir yeniden düşünme, sorgulama… İlginç ve dramatik bir tarihsel süreçten geçiyor tarihçilik de.


Nedret Kuran: Bunu aileme karşı bir sorumluluk olarak gördüm

Aile tarihinize olan merakınız nasıl şekillendi? Ailenizi çalışma alanınıza girdiği için mi araştırmaya başladınız?

Aile hikâyemi oluşturmak uzun araştırmalarım sonucu oluştu. Ben akademi derecelerimi İngiliz, Türk ve Alman Edebiyatı’ndan aldım. Aslında Karşılaştırmalı Edebiyatçıyım. Profesörlüğüm de Çeviribilim alanında olmuştur. Tarihe hep ilgi duymuş bir kişi olmakla beraber ben tarihçi değilim. Aile tarihime nasıl yönlendiğimi ise kısaca anlatayım: 2000 yılında ABD Harvard Üniversitesi’nin Ortadoğu Araştırmaları Merkezinde Konuk Öğretim Üyesi olarak bulunuyor ve Alman Türkolog Franz Babinger’in Osmanlı matbaacılığı konulu 1919 yayını bir kitabını dilimize çeviriyordum. Bu kitapta vurgulanan, 1722’de İbrahim Müteferrika ile Mehmet Sait Efendi’nin kurmuş olduğu ilk Osmanlı Türk Matbaası’nda Kur’an-ı Kerim, Hadisler gibi dini kitapların basılmasına izin verilmediği konusu dikkatimi çekmişti. Kendi ailemden bildiğim kadarıyla benim büyük dedem başmaybeyinci, hattat ve matbaacı Osman Zeki Bey, Saray’dan ilk defa Kur’an-ı Kerim basma iznini almış olan kişiydi. Bunun neden 250 yıl sonra birisine verilmiş olduğu ve büyük dedemin bu izni nasıl alabilmiş olduğunu araştırmaya karar verdim. Bir biliminsanı olarak bunu gerçekleştirmeyi aileme karşı bir sorumluluk olarak da gördüm. Ancak 2000’li yıllar benim akademik hayatımın çok yoğun bir dönemiydi. 2001 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nden emekliliğimi isteyip Yeditepe Üniversitesi’ne geçmiştim, orada Çeviribilim Bölümü’nü kurmam istenmiş, aynı zamanda Yüksekokul Müdürlüğü’ne atanmıştım. Haftada 8 saat dersim, tez öğrencilerim vardı. Kısa bir süre sonra da bunlara Rektör Yardımcılığı görevim eklendi. O nedenle o yıllarda aile tarihiyle ilgilenmem ancak yurtiçi ve yurtdışında verdiğim konferanslar ve yayımlanan kısıtlı makalelerle sınırlı kaldı. Ben ancak 2017 yılında emekliliğe ayrıldıktan sonra bu alandaki araştırmalarıma odaklanma fırsatı buldum ve kitabımı 2020 yılında, pandemi döneminde tamamlayabildim.

Sultan Abdülhamid’in başmabeyincisi, Beykoz’daki kâğıt fabrikasının kurucusu, matbaacı ve hattat Osman Bey’in öyküsünü izini nasıl ve nerelerden sürdünüz?

Ailemde büyük dedem Osman Zeki Bey’in kurmuş olduğu matbaada, Matbaa-i Osmaniye’de basılmış küçük bir Kur’an-ı Kerim mevcuttu, ayrıca Osman Bey’in tek bir fotoğrafı, matbaasının planı ve Yunanlı bir gazetecinin 1883 yılında bir Yunan gazetesinde basılmış Matbaa-i Osmaniye’yi anlatan köşe yazısının Türkçe çevirisi; yine Matbaa-i Osmaniye’de taş baskı yöntemiyle basılmış, içinde renkli hayvan resimleri bulunan bir kitap vardı. Evdeki malzeme bundan ibaretti ve de annemin güzel el yazısıyla yazılmış bir aile şeceresi mevcuttu.

Bunların dışındaki kaynak, fotoğraf ve belgeleri yurtiçi ve yurtdışındaki arşiv, kütüphane ve yayınları tarayarak, tarihçilerle söyleyişi yaparak ve Britanya Ulusal Arşivi’nde çalışarak kendim topladım. Bu geniş çaplı araştırma da takdir edersiniz ki epey zamanımı aldı ve İş Kültür Yayınları’ndan editörüm Kansu Bey’le uyumlu bir çalışma yürüterek 2023 yılının Nisan ayında kitabım Osman Bey ve Ailesi-Bir Semte Adını Veren Osmanlı Aydını, Büyükdedem, Matbaacı, Hattat, Başmabeyinci çıktı.


Sinan Uluant: Kıymetli bir ailenin içinde yetiştim

Ayverdiler-Bir Âilenin Kısa Hikâyesi ile içine doğduğunuz kıymetli ailenizin hikâyesini kaleme aldınız. Bir aile hikâyesi neden anlatılır? Siz niçin kaydetme ve anlatma ihtiyacı hissettiniz?

Ben 74. yaşımı bitirmek üzereyim. Geçen seneye kadar elime kalem almadım. Ama geçen seneden bu yana üç tane hatıra kitabı çıktı. O da şöyle oldu: Çok yakınım, aynı zaman da akrabam Şenay Gürsoy geçen Ramazan’da bana bir konuşma yapmamı teklif etti. Ben de reddettim. Çünkü o tarakta bezim yoktu. Sonra yeğenim konuşma yaparken, “Ben bunların kaç katını biliyorum. Keşke ben de anlatsaydım” diye düşündüm. Neticede Kenan ile konuştuk ve bir Ramazan iftardan sonra aşağı yukarı bir buçuk saat süren böyle bir sohbetimiz oldu. Fevkalâde, “Bunları yazın, kaleme alın” dileğine karşılık “pekala” diyerek oturduk, yazdık. Derken arkadan ikinci ve üçüncü hatıra kitapları peşpeşe çıktı. Edebiyatçı değilim, dolayısıyla bir üslup sahibi de değilim. Ama kıymetli bir ailenin, bir kültür muhitinin içinde yetiştim. Ve çok da okurum, hâlâ daha okurum. Dolayısıyla herhalde bunların da verdiği bir itici güçle, kitapları kaleme aldım. Hiçbir iddiam yok. Eşim, dostum dışında pek kimselere de göndermedim. Satılır satılmaz, basılır basılmaz diye düşünmedim… Ama çok alâka gördü.

Ayverdi ailesi, yetiştirdiği insanlar ve kurduğu vakıfla da hatırlanıyor. Bu anlamda “Ayverdiler”i sadece bir aile olmanın ötesinde nasıl tanımlarsınız?

Tabii ben Ayverdiler’i üç “Ayverdi” olarak düşünüyorum. Önce anneannem Samiha Ayverdi’den bahsedeyim. Samiha Ayverdi, 1938 yılında ilk kitabını çıkarıyor: Aşk Budur. O zamana kadar da bir yazısı veyahut da kitabı yok. O da şöyle oluyor: Çocukluk arkadaşı ve aynı zamanda akrabası olan Semiha Cemal Hanım, 31 yaşında vefat ediyor. Bunun üzerine anneannem “Keşke onun yerine ben ölseydim de o yazılarına devam etseydi” diyor Kenan Rıfai Hazretleri’ne. Bunu üzerine Mübarek de “O zaman bundan sonra da sen yazarsın” buyuruyorlar. Ve 1938’de ilk kitabı çıkıyor. Daha sonra peşpeşe kitaplar birbirini takip ediyor. Tasavvufi romanlardan tarihe, mensur şiirden, mektuplara hatıralara kadar edebiyatın çok değişik dallarında kalem oynatıyor. Ve doğrusunu isterseniz son derece velut bir yazar. Külliyatından 45 kitap var. Bunlara ilave olarak Mektuplar serisinden 14 kitap, Kenan Rıfai Hazretleri’nin sohbetleri, Mesnevi şerhi, Sinan’ın Günlüğü, İthaflar gibi kitaplar, yazılar var. Akıl alacak gibi değil, müthiş bir kalem kuvveti var. Tabii bu kalemin yanında bir de irşad vazifesi var. İlk kitaplar tasavvufi kitaplar olduğu için derinliği olan kitaplar. Kitaplarını okuyan insanlar arıyorlar, mektup yazıyorlar. Bunların içerisinde çok sayıda genç var. Anadolu’nun muhtelif yerlerinden İstanbul’a gelmiş gençler. Dolayısıyla onlar etrafını sarıyorlar. Neticede bu genç kuşakla anneannem birebir alakalı oluyor. Böylece etrafında genç ve uyanık bir nesil oluyor. Öğrettiği şey önce Ahlak-ı Muhammedî; doğruluk, dürüstlük, vatan aşkı, peygamber aşkı... Ağabeyi Ekrem Hakkı Bey, yüksek mimar. Samiha Hanım’dan beş yaş büyük olsa da, “Ben onun ağabeyiyim ama o benim anamdır” ve “Benim Efendimin vekilidir, düğüm onda bağlanır” derdi. O da fevkalâde milli ve manevi değerlere hassas bir insan. Bir gün Tarabya’da Ekrem Hakkı Bey bir lokantaya giriyor. Bu devir sıkıntılı, İstanbul’un işgali dönemi. İngiliz askerleri lokantaya geliyor. Ekrem Bey, bundan çok rahatsızlık duyuyor. Pencereden sarkan İngiliz bayrağını tutuşturuyor. Bir kaos oluyor, insanlar kaçışıyor. Birlikte iki kardeş Sultanahmet’teki mitinge de katılıyorlar. Milli hassasiyeti olan insanlardı her ikisi de. Bir kuşun iki kanadı gibi maddi ve manevi dünyaları olan ve her ikisini de dengeleyerek giden insanlardı. Ekrem Hakkı Bey de kalem sahibi bir insandı. Kelâm sahibi değil, ama kalem sahibiydi. Cilt cilt kitaplar yazdı. 50 yaşına kadar müteahhitlik yapvazitı, 50’den sonra “Artık bu piyasada çalışılmaz” diyip müteahhitliği bırakıp kendini ilme verdi. 75 yaşındayken Avrupa’da Osmanlı mimari eserlerini yazmaya kalkıyor. Ve Avrupa’ya iki sefer yapıyor. 1975 senesini düşünün Bulgaristan, Yugoslavya, Romanya, Macaristan, Arnavutluk hepsi Rusya’ya yakın. Yunanistan ise can düşmanımız… Bunlardan izin almak çok zor. Ama gizli gizli, yakalanma pahasına ekiple beraber gidiyorlar. Ölçüler alınıyor, fotoğraflar çekiliyor. Avrupa’da Osmanlı Mimari Eserleri, dört ciltlik kitap böyle gün yüzüne çıkıyor. Bugün hâlâ bu eser, Avrupa’daki Osmanlı mimari eserlerinin Evliya Çelebi’den sonra tek envanteri. Bana bir dostum şöyle demişti: “Ben Rumeli’yi gezerken bir elimde Evliya Çelebi bir elimde Ekrem Hakkı Ayverdi ile gezerim.” O günden bugüne birçok eser yakıldı, yıkıldı, harap edildi. Ama bunlar Ekrem Hakkı Bey’in envanteri sayesinde elimizde duruyor. Muazzam bir fotoğraf arşivi var, aşağı yukarı 25 bin fotoğraflık. Anadolu’daki ve Rumeli’deki bu eserlere ait. Biz onların hepsini dijitalize ettik. Araştırmacıların da önüne çıkardık. Çok sayıda araştırmacı gelip kullanabiliyor. Kendisine koleksiyoner hiçbir zaman dememiş ama çok ciddi bir koleksiyonu var. Dolayısıyla o da milli kültürümüze hizmet yolunda kız kardeşiyle birlikte gidiyor. İlhan Hanım’a gelince Ekrem Hakkı Bey’in son eşi. 1959’da evlendiler. İlhan Teyzem evlendiklerinde 36, Ekrem Hakkı Bey ise 59 yaşındaydı. Bir hayli yaş vardı aralarında. Ama dedem huzuru ve saadeti onda buldu. İlhan Ayverdi, fevkalâde bir insandı. Huzur veren, aile içinde denge unsuru. Hiçbir zaman Ekrem Hakkı Bey ile yarışmayan, onu daima destekleyen… Ki dedem gerçekten zor bir insandı. Ama o kadar huzurlu bir hayatları oldu ki 1970 senelerinde Kubbealtı Vakfı, cemiyet olarak kurulduğunda Ayverdilerde Türk dilinin bir lugata ihtiyacı olduğu fikri doğdu. İlhan Teyzem, İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu ve edebiyatçıydı. Ekrem Hakkı Bey de Samiha Hanım da edebiyatçı değiller ama o devrin çok ciddi entelektüelleriydi. Her ikisi de Fransızcayı çok iyi konuşurdu. Bunların yanında Arapça-Farsça bilmezlerdi ama bugün biliyorum diyenlerden daha iyi biliyorlardı inanın. Osmanlıca’ya vakıflar, bütün kitaplarda onu görmüşler. Onunla birlikte bu kültüre vakıf kimselerdi. Mesela daha bir kitabeye bakarken dedem ebcetten tarihi tak diye çıkarırdı. Ben ne kadar baksam uzun uzun hesaplardan sonra çıkarabiliyorum. Yani kültür hamuleleri dolu insanlardı her ikisi de. İlhan Teyzem, 34 yıl aralıksız lugat üzerine çalıştı. Bir ömür tüketti bu işle. Önce farklı farklı üniversiteden ekipler, danışmanlar vardı, onların desteğini gördü. Sonra o insanlar yavaş yavaş hayattan çekilince üniversitedekilerle başbaşa kaldı. Maalesef üniversite hocaları istenilen desteği veremediler. Ancak onların içinde birkaç isim var mesela; Ahmet Topaloğlu, Mustafa Tahralı, Hayri Bilecik gibi isimler ve onların yanında da destek olan alan danışmanları… Dolayısıyla lugat 2005 yılında üç cilt olarak çıktığında artık İlhan Teyzem çok yaşlanmıştı. Biz lugatın ilk sayısını kendisine takdim ettiğimizde öptü, başına koydu. Dolayısıyla bu üç güzide insan ailenin dışında bu vazifelerle mücehhez insanlardı. Önce dedem 1984 senesinde, anneannem 1993’te, İlhan Teyzem de 2009’da vefat etti. Vakfın tüm yükünü dedemden ve anneannemden sonra İlhan Teyzem omuzladı. Her üç Ayverdi’yi bu şekilde tanımlayabiliriz.

Ayverdiler; aile efrâdı ile, emektarları ve hâne halkı ile oldukça zengin bir aile. Bu zengin aileyi bir arada tutan unsurlar sizce nelerdi?

Ayverdi ilesinde; bir kan bağıyla bağlı olan aile efradı var; ikincisi emektarlar var; üçüncüsü de hane halkı dediğimiz emektar olmayan ama aileden sayılan insanlar var. Bunların birbirleriyle hiçbir menfaat bağı yok. Hiçbir maddi bağ da yok. Ama birkaç şey var. Birincisi bir manevi bağ var; onların hepsi Kenan Rıfai Hazretlerine ondan sonra anneanneme de büyük hürmetleri olan bağlılıkları olan insanlar. İkincisi de hepsi bu vatana, bu kültüre, bu tarihe hizmet etmeye hazır insanlar. Kendi çaplarında şüphesiz. Bizim ailemizde 1950’lı yıllarda yani benim çocukluğumda yemek sofrasına yaklaşık 15 kişi otururduk. Bunun içerisinde Habeş dadımız da, Arnavut dadımız da, Gürcü dadımız da vardı. Ve bunlar ailemizde çok hürmet gören insanlardı. Hiçbiri aylık maaş almazdı. Her türlü ihtiyaçları karşılanırdı. Evlenecekleri zaman istisnasız her birine ev yapıldı ve çeyiz düzüldü. Biz zengin, varlıklı bir aileydik, ama bunu yalnızca maddi düşünmeyin. Anne babamızla, dadılarımızda, büyüklerimizle, hane halkımızla çok zengindik. Dolayısıyla anneannemin dediği gibi zenginlik sadece para puldan ibaret değil. Bunun içinde hasbilik var. Vatan aşkı var, iman var, şeref var, namus var. Çok şükür bize bunların hepsini öğrettiler. Biz de bundan sonra elimizden geldiği kadar sonraki nesile evlatlarımıza, torunlarımıza bunları vermeye gayret ediyoruz. Nasıl ki biz kabiliyetimiz nispetinde bunları alabildiysek biz yine aynı şekilde kabiliyetimiz nispetinde bizden sonraki nesillere vermeye gayret ediyoruz. İşte bu gayretin neticesinde çıktı bu üç kitap.


Ezel Erverdi: Öğretmenim soyadına layık biri ol demişti

Siz henüz ortaokuldayken bir hocanız size “Soyadına layık biri ol” diyerek size büyüdüğünüzde ailenizle ilgili araştırmalar yapmanızı öğütlüyor. Bu öğüdün hayatınızdaki yeri ne oldu?

İlkokulu Erzurum’da, ortaokul ve liseyi İstanbul’da okuyan, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden mezun olan bendeniz, Erverdi ailesiyle ilgili bilgiye sahip değildim. Babamı 1954 Kasımında ameliyat için geldiğimiz İstanbul’da kaybetmiştim. Annem; babamın vefatından sonra Erzurum’a dönmedi, babasının Çemberlitaş’ta oturduğu katın bir odasına yerleşti. Bendeniz on bir, kız kardeşim Bahar üç yaşındaydı. Babamın da ortak olduğu ev, biz Erzurum’dayken satıldı. Erzurum’da bir müddet dedemin evinde kaldık, sonra Cumhuriyet Caddesi üzerindeki bir kata kiracı olarak taşındık. İlkokula bu iki yerden gittim, 1954 Haziranında İsmet İnönü İlkokulu’ndan mezun oldum. Gedikpaşa Ortaokulu’nda kaydoldum. Bu okuldaki tabiat bilgisi öğretmenim rahmetli babamın öğrencisiymiş. Bana “Soyadına lâyık biri ol” demişti. Erzurum’da babamla beraber çalışmış. Erverdi ailesi ve babamla ilgili çok şey anlatmış, “Büyüdüğünde ailenle ilgili araştırmalar yaparsın” demişti. Bundan önceki eserlerimde Türkiye’nin yakın tarihine yaptığım şahitliklerimi yazıya geçirdim. Bu kitabımda ise aileme ait bazı belgeleri okurların dikkatine sunuyorum. Erverdi ailesinin şeceresi ve ailenin kurucusu Kazzazzâde Mehmed Efendi’nin iki vakfiyesi bu kitabın merkezini oluşturuyor.

Erverdi Ailesi’nin önemli simalarından Selçuk Erverdi ailenizin şeceresini size teslim etmiş ve imkân olursa yayımlanmasını da arzu ettiğini belirtmiş. Aile şeceresinin önemi ve bilinmesinin kıymeti sizce nedir?

Bu sorunuza uzun bir cevap vermek için karşı karşıya konuşmamız gerekir. Evden dışarı çıkamıyorum. Evde bastonla dolaşıyorum. Kısaca şöyle bahsedebilirim: Selçuk Erverdi siyaseti bıraktıktan sonra da Ankara’da kaldı. Benim Dergâh Yayınları ile uğraştığımı öğrenmiş. Bir ziyaretimde; “Sen yayıncısın, arşiv de kurmuşsunuz. Sana ‘Erverdi Ailesi’nin Şeceresi’ni vereceğim. Bunu iyi muhafaza et. Belki imkân bulur bunu yayımlarsın” dedi. Büyük kalın bir kağıda yazılmış,

eski yazı “Şecere”yi bana teslim etti. İstanbul’a döndüğümde ilk defa “şecere”yi İsmail Kara’ya gösterdim, sohbet ettik. “Erverdi Ailesi’nin Şeceresi”ni yayımlamak bu yıl nasip oldu. Kitapta yazdığım gibi “Erverdi Ailesi’nin Şecerisi”nde Pof. Dr. İsmail Kara’nın emeği çoktur. Bilmediğim birçok bilgiyi bu çalışmada öğrendim. Kitabın önemini okuyucu ve yazarlar söylemeli ve yazmalı.


Mustafa Kara’yla Bursa sokaklarında

Öğretmene el feneri olacak kitap

Gazze’nin bitmeyen dipnotları