Her konan göçer
Hatice Ebrar Akbulut / Yazar
“Ölümün ve göçün dokunamadığı tek nesne var mıdır?
Ölüm yok eder,
göç değiştirir.
Kendisi kalmaz hiç kimse.”
Gülten Akın’ın “Eski Nine” şiiri böyle başlar. Göçün insan hayatına ve hatta insanın kişiliğine yaptığı yıkıcı etkiyi kimsenin kendisi olarak kalamayışıyla anlatır. Ölüm, insanı nasıl bu hayattan silerse, göç de insanı kendisi olduğu, kendisi olarak yaşadığı hayattan siler, onu yabancısı olduğu bir hayata adapte olmaya zorlar. Göçe zorlanan ya da zaruri hâller sebebiyle göç etmek zorunda kalan insan kalbine açılan oyuklar, hayatında doğan boşluklar ve bilincinde açılan yaralar sebebiyle kendi kimliğini inşa etmek zorunda kalmanın yılgınlığını yaşar. Kendisi gibi davranamaz, kendisi gibi yaşayamaz, gittiği yerlere uyum sağlayamaz. Oraların dayattığı sosyal iklimde yaşamak, kendi dilinden soyutlanmak zorundadır. Yalnızca eski nineler, hayatın sonuna gelmiş insanlar göçün yarattığı değişime direnir, sabitkadem durabilirler. Çünkü gittikleri yerde de kalıcı değillerdir, hayat onları biraz zaman sonra ebedî göç istikametine uğurlayacaktır. Eski nineler ve dedeler nereye giderlerse gitsin, geçmiş yaşantılarını da yanında götürüp hatıralarla avunurlar.
YOLA DÜŞENLERİN HİKAYESİ BAŞKADIR
Yolun başında olanlar, hayata henüz başlayanlar, okul, iş, evlilik gibi hayatını idame edeceği meselelerin içinde olanlar göçten olumsuz etkilenir. Kendi isteğiyle bir yerden bir yere göç edenle kendi isteği dışında yerleşik hayatından mahrum bırakılanın, sürgün edilenin hâli aynı ve denk değildir. Göç, insanın yolda olma hâlidir. Kendi isteğiyle göç eden biri, bütün yüklerini yanında taşımaz. Kendine yetecek kadar eşyâyı yanına alır, hangi duraklarda dinleneceğini hesaba katar, ayaklarını yorganına göre uzatarak yola çıkar. Kendi iradesi dışında göçe zorlanan insanlarsa maddî ve manevî bütün yükleriyle yollara düşer. Yola çıkmakla yola düşmek de başka başka eylemlerdir. Yola çıkan hazırlıklıdır. Yola düşense hazırlıksızdır, rastgeledir. Kendi iradesiyle bir mekândan başka bir mekâna sefer edenin her adımı planlı ve istemlidir, nereye nasıl gideceğini biliyordur. Kimliği de kendiliği de yanındadır. Nereden gelip nereye gittiği bellidir. Başına bir şey gelse adresi ve telefon numarası vardır. İradesi dışında meskeninden, yurdundan çıkarılan, sürgün edilen de her adımda başına neyin geleceği korkusunu taşır. Ne yöne gideceğini, neresinin kendisi için korunaklı ve iyi olacağını kestirememenin verdiği ruh hâliyle endişe içindedir. Nereden kopup geldiği belli olsa da şartların onu nereye sürükleyeceği belirsizdir. Başına bir şey gelse, ulaşılacak bir adresi veya telefonu yoktur. Sürgün edilmenin şoku ve aniden harekete geçmesinin bir zorunluluğu olarak kimliği dahi üzerinde değildir. Sürgün kişi gittiği yerde aykırı duran, istenmeyen, kendisi gibi davranamayan, kimliğini baskılamak zorunda kalan, anadilinden uzaklaşan, uyum sağlamak zorunda olan, konduğu yerde yeniden gitme planları yapan, göç yolunda bir yerlerde durup kök salmanın hayalini kuran biridir. Göçmek bazıları için de bir yaşama uğraşıdır. Bazı kuş türleri, hayatlarını riske atarak uzun mesafeler kateder, uzun yolculuklara çıkar. Göçmen kuşlar, yer değiştiremez, tek bir yerde kalırsa bu onlar için ölümle eşdeğerdir. Bazı insanlar da göçmen kuşlar gibi sürekli yer değiştirir. Göçme eylemi, onlar için hayata tutunma biçimidir.
Göç kavramı sıla, sürgün, hasret, mülteci, sığınmacı, ayrılık, umut, özlem, nostalji, gurbet, köken, aidiyet, ev, yuva gibi kavramların hem sebebidir hem de sonucu. Bir yerden bir yere göç varsa bu kavramlardan en az biri, zihin ve kalbi istila eder. Göç sonucu bir ülkeye iltica eden, sığınmacı olarak ‘yerleşen’ bir insanın orada mütemadiyen ikamet etmesi mümkün olsa da çoğu zaman daha iyi yaşam koşullarına sahip olma isteği ve yerleştiği ülkede istenmeme gibi psikolojik sorunların yol açtığı sebeplerle o insan, hayatını hiçe sayma pahasına, ölümü göze alarak başka bir göçe teşebbüs edebilir. Daha güvenli bir yer arayışı ya da kendini bulunduğu yere ait hissedememe duygusuyla hem
zorunlu hem istekli olarak göç eder.
SIĞINMACIYA MUAMELEMİZ, HAKKIMIZDA ÇOK ŞEY SÖYLER
Mülteci ve sığınmacı olarak tanımlanan insan, ülkesini terk etmek zorunda kalarak ailesinden ve sevdiklerinden uzaklaşır, başka bir toplumda yaşayabilmek için dil öğrenmek zorunda kalır, sosyal statü kaybıyla beraber kendine olan güvenini yitirir, köklerinden kopar ama en önemlisi de artık eve dönme umudu kalmadığı için travma ve depresyon yaşar. Çoğu zaman da mücadele etmek zorunda olduğu için yaşadığı travma ve depresyonun farkında değildir. William Maley, mülteci olarak tanımladığımız insanlara nasıl muamele ettiğimizin mülteciden daha ziyade kendimiz hakkında çok şey anlatacağını söyler. Uzayan bir misafirlik ya da uzayan bir konukseverlik insanı rahatsız edebilir. Mülteciler gittikleri yerde ilkin acıma duygusu sebebiyle misafir edilir ama kalma süreleri uzadıkça o memleketin yerlileri tarafından huzur kaçıran bir unsur olarak görülür. Kendi evinde mukim bir insan, yerinden olmuşun hâlini anlayamaz. Her yere kendi aracıyla giden, yayanın hâlini bilemez. Sürekli seyahat eden, gittiği yerlerden anılar toplayan, havaalanlarında sığınmacı kimliğine sahip birinin yaşadıklarını idrak edemez. Yerleşik olan, konar göçerin ve gittiği her yerde kalacağı evin geçici olduğunu bir an olsun unutmayanın ruh hâlini kavrayamaz. Ev insanın kendisi, ailesi, çevresi ve dünya ile olan bağlantılarını belirler. Ev insanın her şeyidir. Dışarıdaki sorunlar eve gelince kapanabilir ama evin sorunları dışarıda gidilen hiçbir yerde kapanmaz. İnsanla birlikte her yere gelir. Geçici evlerde/çadırlarda yaşamak zorunda kalan insanların dönebilecekleri bir yer yoktur. Tek yönlü bir yolculuğa mahkum olarak, nerenin kendilerine iyi geleceğini bilmeyerek sadece giderler. Denizlerde, kıyılarda, şehrin karanlık, kör noktalarında kaybolurlar. Sürgünler, adamakıllı isyan edemezler. Çünkü isyanın, bir yer değişikliğine maruz kalmak, kızgın kumlarda yalınayak yürümek manasına geldiğini çok iyi bilirler.
Türkiye özelinde mülteci meselesine baktığımızda son 15 yıldır, belki de daha fazla bir süredir, sığınmacılar üzerinden nefret rüzgârlarının estiği bir iklimdeyiz. Öyle ki içimizden biri sığınmacıların haklarını savunan bir cümle kurduğunda direkt olarak saldırgan bir üslubun muhatabı kılınıyor. Dezenformasyonun ürkütücü bir şekilde arttığı sosyal medyada sahte hesaplar anında harekete geçerek sığınmacı nefretini domine ediyor. Mülteciler hakkında asılsız ve mesnetsiz iddialarla, yapay zekâyı kullanarak hazırladıkları bilgi ve videolarla sistematik olarak nefret üretiyorlar. Kötülük, bir ırka ait ve yalnızca bir ırka münhasır değildir. İnsanın içine doğduğu coğrafyada, ait olduğu kültürde ve dahil olduğu ırkta da sayısız kötülükler vardır. O kötülükler sebebiyle o milletin herhangi bir ferdi bütünüyle kötü kabul edilemez. İnancı ve kimliği sebebiyle dışlanıp tahkir edilemez.
NARSİST BİR TOPLUM MU OLACAĞIZ?
Mülteci düşmanlığı, gözleri ve ama en mühimi de kalpleri öylesine körleştirmiş ki Almanya’da yaşayan, sılayı ve gurbeti en iyi bilen bazı Türkler, “Ülkemde mülteci istemiyorum” sloganlarıyla belki de yabancı bir memlekette kendi ülkesindeki yabancıları protesto eden bir millet olarak tarihe geçtiler. Dünya basınındaki Türk algısı, en çok da kadın ve mülteci imgesi üzerinden yozlaştırılmaktadır. Dünya basınına verdiğimiz fotoğraf, güçlü ve birliktelik arz eden bir ses değil, parçalanmış, en küçük meselelerde ayrışan bir sestir. Algı operasyonlarına bu denli kapılan, günübirlik konularda bu denli köpüren, aynı hızla da sönen bir toplum görüntüsü vermek, enformasyon bataklığına saplanmak ve mülteci düşmanlığıyla dikkatleri çekmek narsist bir şiddet toplumu olmaya doğru hızla gittiğimizin göstergesidir. Analitik düşünme yetimiz, aklıselim bakma kabiliyetimiz, sürekli olarak kışkırtılmaya teşne oluşumuz, başkasını anlama değil yargılama kapasitemizi yükseltişimiz kamu düzenimizin aleyhimize fenâ hâlde işler. Chul Han, saygı kelimesinin geriye dönüp bakmak anlamının da olduğuna dikkat çekerek saygının koruma, gözetme ve kollama hâli olduğunu söyler. Saygı, başkalarıyla olan ilişkilerde meraklı bakıştan uzak durmaktır. Kamusallığın yapı taşı olan saygı kaybolursa kamusallık da çürür. Dijital iletişime maruz kalmak, insana ve insanın kamusal alandaki varlığına saygıyı yok eder. Dijital iletişim yok edilemez ama insan dijital ortamdan yayılan saygısız, mesafesiz ve laubali bakışla zihnini eğiterek mücadele edebilir. Sığınmacıları medya eliyle “atık insan” olarak gösterip onlara her türlü muameleyi revâ gören, sığınmacıları destekleyenleri de çöl faresi ve bedevî olmakla yaftalayan sosyal medya kullanıcılarını gerçek insanlar gibi görmemek, esas onlara atık muamelesi yapmak gerekir. Şiddet dilini kullanan bu kullanıcılar, toplumdaki çeşitli unsurların farklılıklarını bir tehdit olarak gösterip etnik kesimleri birbirine düşürerek sosyal bir krizi tetikler. Olan daima masumlara, kimseye hiçbir zararı olmayan insanlara olur.
HER İNSAN KENDİ ÇIĞLIĞINA BİR CEVAP ALMAK İSTER
İktidarın “din kardeşiyiz” söylemi de mültecilerin varlığından duyulan rahatsızlığın sebeplerinden biridir. Mülteci sorunu bir din ve ideoloji sorunu değil, insanlık sorunudur. Hangi din, ırk ve milletten olursa olsun insan düşmüşse, yardım istiyorsa, sığınmışsa korunmak, gözetilmek zorundadır. Her insan teki, kendi çığlığına bir cevap almak ister. Kendinden başkasını yardım edilmeye değer görmeyen ve kendine benzemeyenin yardım çığlıklarına sağır kesilen insan, iyi ve merhametli olamaz. Din kardeşliğini hatırlamak için birilerinin düşkün olması gerekmez. Din kardeşliği, her koşulda ve her zaman, sevinçte ve kederde birlik olabilme hâlidir. Mesafe, zaman ve mekândan bağımsızdır. İktidarın söyleminde de şüphesiz bu vurgu saklıdır ama söyleyen iktidar olunca buradaki kardeşliğin mahiyeti değişmekte, sorumluluk sadece bir kesime hasredilmektedir. Sığınmacılar içinde taşkınlık çıkaranlar, birey ve toplumun huzur ve güvenliğini tehdit edenler sebebiyle “işte sizin din kardeşleriniz” cevabıyla karşılaşmamızın en büyük nedeni, sığınmacı sorununun Ortadoğu, Arap ve Müslüman parantezine alınmış olmasıdır. Meseleye böyle bakanların gözünde Ukraynalı bir mülteciyle Arap asla aynı kefede değildir.
FARKLILIKLA GELEN BEREKET
İktidarın din kardeşliği söylemi, asırlar öncesindeki ensar ve muhacir arasındaki köklü ilişkinin bugün de yeşertilebileceği anlayışını içerir, ki bu da kuru bir temenniden ibarettir. Kapitalizmin sert pençeleri arasında insan en yakınındakine bile güvenemezken sığınmacı olarak ülkesine gelen biriyle ensar ve muhacir hukuku kuramaz. Sosyal problemler söz konusu olduğunda duygusal retoriklerle konuşmaktansa sert gerçeklikle yüzleşmek, çözüm yollarını açmaya daha çok yardımcı olur. Kaldı ki ensar ve muhacir arasındaki kardeşlik hukuku gelişigüzel kurulmamıştı. Hz. Peygamber (sav) bu konuda rastgele davranmamış, karakterini bildiği, kimin kime denk olduğunu sezdiği muhacirle ensarı kardeş ilan etmişti. Onlar birlikte yaşadılar, birlikte iş yaptılar ve sayıca azlardı. Ensar ziraatten, Muhacir ticaretten anlıyordu. Muhacirin ensara yük olmaması için bir an evvel iş öğrenmesi gerekiyordu. Bu konuda Medine’de İslâm toplumunu toparlayan Hz. Peygamber olmuştu. Medine çeşitli dinlerden ve ırklardan müteşekkildi, kabilecilik hakimdi. Medine, ensar ve muhacir kardeşliğiyle birlikte başka bir toplum düzeni ve hukuk anlayışının olabileceğine vâkıf oldu, böylece ırkçılığa da son verdi. İşte bugün, başka toplumlara ve dünyaya her milletin kendi dinamikleriyle beraber farklı dinamiklerle de birlikte yaşayabileceği gösterilebilirse o zaman dünyada etkin bir güç hâline gelinebilir.
Türkiye etnik çeşitlilik bakımından çok zengindir. Bu sebeple sürekli göz önündedir. Türkiye’nin etnik çeşitliliğini bir tehdit olarak gören küresel güçler, bu durumu iç savaş çıkarma aracı olarak kullanır. Şüphesiz bunun ardında ulus devlet olmanın getirdiği anlayış hakimdir. Türkiye hâlâ Osmanlı bakiyesidir. Osmanlı’nın toplumsal yapısındaki etnik çeşitliliğini kısmen de olsa hâlâ korumaktadır. Türkiye dünyaya bir şey söyleyecekse buradan söylemeli, buradan yeni bir dünya düzeninin olabileceği fikrini uyandırmalıdır. Ayrıca analoji/kıyas/benzetme ve tarih okuması yaparken gelişigüzel davranılmamalıdır. Sınırdan rastgele ülkeye girenleri ensar-muhacir kategorisinde görmek ve değerlendirmek şöyle dursun, sığınmacılarla böyle bir hukuk kurabilmek mümkün değildir ama onların topluma entegrasyonunu sağlayacak politikalar üretilebilir, toplum içindeki asayişi bozmalarını engelleyecek bağlayıcı ve caydırıcı kararlar alınabilir.