10’LARIN İZLERİYLE TÜRKİYE (60)
... dünden devam
Savaştan birkaç ay sonra Rum televizyonunun karşı propaganda yaptığı o günlerin birinde, (Harekâtın hemen bitiminden sonra, Rum devlet televizyonu özellikle gün içerisinde propaganda yayınları yapıyor, Türkçe, Rumca ve İngilizce konuşan bir spiker, ekrana çıkardığı ve özellikle seçilmiş Rumlarla yapmış olduğu röportajda; Türk askerine esir düşen Rumlara nasıl sözde işkence yapıldığını onların ağzından hatırlatıyordu.
Tabur karargâhında Rum televizyonunu izlemekle görevli olan arkadaşımız, bir gün heyecan içerisinde beni arayarak, o gün serbest bıraktığımız esirlerden Rum kızı Maria'nın televizyonda konuştuğu haberini verdi…
Heyecan içerisinde ekranın karşısına geçtiğimizde, o gece esirlerimiz arasında olan ve onları zehirleyeceğimiz yalanı ile kandırmaya çalışan ve yüzünü hiç unutamadığım o papazın konuştuğunu gördüm. (Miamilya köyünün papazı) Rum spikerin sormuş olduğu sorulara:
Türk askerlerine esir düştüğünü, çok işkence gördüğünü ve hatta esir kaldıkları süre içerisinde, bu askerlerin kendilerini yiyecek ve içeceklerle zehirlemek istediğini v.b yalanlarını gözünü kırpmadan anlatan bu din adamını büyük bir hayretle ve şaşkınlıkla dinlediğimizi dün gibi hatırlıyorum.
Gerçeklerin bu kadar saptırıldığı bir başka olayı bu güne kadar yaşamadım.
Ama bu utanmaz adamın yanı sıra, bu papaz gibi geceyi bizlerin koruması altında geçiren, hala unutamadığı insanlığı ve yaşadığı gerçeği tüm çıplaklığı ile anlatarak; papazın yalanlarını suratına bir tokat gibi çarpan Mariya'yı, ben de hiç unutmadım.
Mariya'nın, anlatılanların tam aksine askerlerimizden övgüyle bahsetmesi, eğer hala yaşıyorlarsa, esir düştükleri o gece; kendilerine çok iyi davranan Türk askerlerine ve onların komutanı olan genç subaya borçlu olduklarını anlatması, bana hayatım boyunca unutamayacağım bir gururu yaşatmıştı…"
Yukarıda anlatmış olduğum bu gerçeği bizzat yaşayan ben, o tarihte 26 yaşında bir üsteğmendim. 1974 Kıbrıs savaşlarının tamamına katılan bir bölük komutanı olarak, pek çok olaya tanıklık ettim, savaşın içerisinde yaşanabilecek ve insan aklının alamayacağı pek çok gerçekle iç, içe oldum.
Ölümün soğukluğunu, o cehennemi ortamda üç kez yaşadım. Daha yaşayacak ömrüm varmış ki, 'Yüce Yaratan, Rabbim' sevdiklerime ve sevenlerime bağışladı, hayatta kaldım.
Ömrümün en büyük ödülünü 'Gazilik' unvanını aldım.
Aynı rütbeyi, 'Gazilik' onurunu paylaştığım silah arkadaşlarımın, Mehmetçiklerimin savaş meydanındaki yiğitliğine, vatan ve vazife uğruna seve, seve hayatlarını feda etmekten asla sakınmadıklarına, feda ettiklerine tanıklık ettim…
Şehitlik mertebesine erişen Kahraman Mehmetçiklerimden son nefeslerini kucağımda verenler de oldu…
Ama savaşın içinde yaşadığım gerçeklerin hiç birisi; Rum esirlerin o gecenin sabahında, hayata yeniden dönerken yaşadıkları duygu yoğunluğu ve gözlerindeki o minnet dolu bakışları kadar beni etkilememişti…
Tam 40 yıl önce, savaş meydanında yaşadığım bu gerçeği; hiç ama hiç unutamadım. Ancak bu insanlık dersinin yanı sıra, unutamadığım bir gerçek daha vardı:
Yine o zaman kesitinde ve adanın bir başka bölgesinde, Sandallar, Atlılar ve Muratağa köylerinde: Yaşlı, genç, kadın, çocuk demeden, bir ilkokulun tüm öğrencilerini ve hatta 16 günlük Selden bebeği dahi hunharca katleden Rum askerlerinin, E.O.K.A teröristlerinin bu insanlık dışı cinayetlerini de unutmadım, unutamadım… (Bkz. Atilla Çilingir 'Tarihten Gelen Çığlık - Derin Yayınları: 2010)
Devamı yarın...