ru24.pro
World News
Апрель
2025
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27
28
29
30

İstanbul'u yıkan depremler

0

İstanbul, yüzyıllardır birçok medeniyete ev sahipliği yapmış, siyasi ve kültürel merkez olmuş bir şehir. Şehrin bu görkemli geçmişinin yanı sıra, jeolojik konumu nedeniyle de sürekli maruz kaldığı deprem riski söz konusu. Marmara Denizi boyunca uzanan Kuzey Anadolu Fay Hattı’na olan yakınlığı İstanbul’u tarih boyunca depremler karşısında savunmasız bırakmış ve şehir defalarca büyük yıkımlar yaşamış.

Bu riskli miras yalnızca geçmişin değil, bugünün de gerçeği. Nitekim geçtiğimiz çarşamba günü yaşanan son sarsıntı da bunu hepimize bir kez daha hatırlattı. Bu yazıda, İstanbul’un iki bin yılı aşan yazılı hafızasından hareketle, tarih boyunca yaşadığı büyük depremleri ve bu afetlerin toplumsal yansımalarını ele alacağız.

Bizans dönemine ait kaynaklarda şehirde meydana gelen depremlerin çoğuna dair kayıtlar mevcut. Bazı depremler öylesine uzun ve şiddetli olmuş ki, 554 ve 869 yıllarındaki sarsıntıların 40 gün, 1346’daki depreminse bir yıl boyunca aralıklarla devam ettiği aktarılmakta. Söz konusu kaynaklar yalnızca yıkımı değil, toplumun yaşadığı korkuyu ve verdiği tepkileri de yansıtıyor. 437 yılındaki depremde şehir halkının evlerini terk edip çadırlarda kaldığı, 557’de ise panik içinde kiliselere sığındığı anlatılıyor.


1509 İstanbul depremi tarihe Küçük Kıyamet olarak geçmişti

İstanbul, Osmanlı döneminde de pek çok yıkıcı depremle yüzleşti. Bu dönemde kayıtlara geçen ilk büyük sarsıntı 16 Ocak 1489’da meydana geldi. 1489 depremi camilerde ve çeşitli yapılarda ciddi hasara yol açtı. Ancak Osmanlı İstanbul’unun hafızasına derin şekilde kazınan felaket ise 22 Ağustos 1509’da yaşandı. Deprem o kadar şiddetliydi ki, halk bu depreme “Kıyamet-i Suğra” [Küçük Kıyamet] adını verdi.

Merkez üssü Marmara Denizi olan bu büyük deprem, tek bir gecelik yıkımla sınırlı kalmamış, İstanbul ve çevresinde kırk gün boyunca süren artçı sarsıntılarla halkı korku içinde sokaklara dökmüştü. İnsanlar günlerce açık alanlarda konaklamış, evlerine girememişti. Yıkımın boyutu ürkütücüydü. Yaklaşık 109 cami ve mescit ile 1070 ev yerle bir olmuştu. Şehir surlarının büyük bölümü çökmüş, Topkapı Sarayı’nın deniz tarafındaki surları ağır hasar almıştı. Denizde oluşan dev dalgalar İstanbul ve Galata surlarını aşıp bazı mahalleleri sular altında bırakmıştı.

Can kaybı konusunda kaynaklar farklı rakamlar verse de tahminler 5 bin ila 15 bin arasında değişiyor. Yaralı sayısı ise yaklaşık 10 bin olarak belirtiliyor. Felaketin ardından Sultan II. Bayezid dahi saray bahçesine inşa edilen geçici odalara sığınmış ve 10 gün sonra Edirne’ye gitmişti. Sultan, depremin yaralarını sarma amacıyla hemen harekete geçerek ek vergiler toplamış, Anadolu ve Rumeli’den on binlerce işçi getirtmiş ve iki ay gibi kısa bir sürede kapsamlı bir onarım başlatmıştı. İstanbul, bir kez daha küllerinden doğmuştu.

Osmanlı İstanbul’unun diğer büyük depremleri

Osmanlı döneminde İstanbul’u sarsan sadece “Küçük Kıyamet” değildi. 1690, 1719, 1754, 1766 ve 1894 yıllarında da şehir ciddi depremlerle sınandı. Bu sarsıntıların her biri hem mimariyi hem de toplumsal hafızayı derinden etkiledi. 1690’daki depremde Fatih Camii’nin minaresi yıkıldı, kubbesi çatladı. Topkapı çevresindeki surlar zarar gördü, birçok ev yerle bir oldu ve en az 20 kişi hayatını kaybetti.

1766’da Marmara Denizi merkezli büyük bir deprem daha yaşandı. 22 Mayıs’ta Kurban Bayramı'nın üçüncü günü yaşanan sarsıntı İstanbul’un dört bir yanında etkisini gösterdi. Ahşap evlerden taş yapılara, resmi binalardan sivil konutlara kadar çok sayıda yapı yıkıldı. Depremden sonra şehir sakinleri haftalarca evlerine dönemedi.


Şehrin son büyük yıkımı: 1894 İstanbul depremi

10 Temmuz 1894’te İstanbul, yakın tarihinin en şiddetli depremlerinden biriyle sarsıldı. Öğlen saat tam 12.24’te hissedilen üç güçlü sarsıntı yaklaşık 17-18 saniye sürdü. Depremin merkez üssü Yeşilköy açıkları, Marmara Denizi’nin güneydoğusu olarak tespit edildi. Bu büyük deprem İstanbul’la sınırlı kalmamış, Yanya’dan Bükreş’e, Girit’ten Konya’ya kadar geniş bir coğrafyada hissedilmişti.

Resmi kayıtlara göre yalnızca İstanbul sınırları içinde 474 kişi hayatını kaybetti, 482 kişi yaralandı. 387 sağlam yapı ve 1087 ev ağır hasar gördü. Ancak gerçek tablo daha karışıktı. İane-i Musâbin [Muhtaçlara Yardım] Komisyonu verilerine göre 161 ölü, 378 yaralı ve tam 3703 evsiz tespit edildi. Deprem yarısı ağır hasarlı olmak üzere 20 bini aşkın haneye zarar vermişti.

Bu büyük yıkımda yapı malzemesi belirleyici bir rol oynadı. İstanbul’da sivil yapıların büyük çoğunluğunun ahşap olması depremlerde can kaybının artmasını önleyen sebepler arasındaydı. Öyle ki kötü işçilikle inşa edilmiş eski ahşap evler bile yer yer ayakta kalırken, daha yeni ve sağlam görünen demirle desteklenmiş kâgir yapılar bile yerle bir olmuştu.

Ancak anıtsal yapılar için durum farklıydı. Taş ya da tuğladan inşa edilen camiler, medreseler, saraylar ve surlar bu depremden ciddi şekilde etkilendi. Kapalıçarşı, Bitpazarı, Yağlıkçılar, Çadırcılar ve Mercan Çarşısı tamamen yıkıldı. Özellikle Kapalıçarşı esnafının, dükkânlarını genişletmek için tıpkı günümüzdeki “kolon kesme” vakalarını andırırcasına duvarları inceltmiş olması yıkımın boyutunu artırmıştı.

Fatih ve Beyazıt camileri, Topkapı Sarayı ve Ayasofya gibi yapılar tarih boyunca birçok kez hasar görmüştü. 1894 depremi de bu zincirin son halkası oldu. Adalar da sarsıntıdan nasibini aldı. Özellikle Heybeliada ve Kınalıada büyük hasar gördü. Ruhban Mektebi harap hale geldi. Bu tablo 19. yüzyılda hız kazanan modern kâgir yapılaşmanın, lüks ve teknik açıdan geleneksel yapılara göre ileri fakat depremler karşısında ne kadar kırılgan olduğunu da bir kez daha gözler önüne serdi.


Depremlerin açtığı toplumsal yaralar

Depremlerin yalnızca binaları değil toplumları da sarstığı bir gerçek. Yıkılan evler, yaralanan ve hayatını kaybeden insanlar kadar geride kalanların yaşadığı belirsizlik ve çaresizlik de halkta büyük bir etki bırakmıştır. Özellikle İstanbul gibi yoğun nüfuslu bir şehirde binlerce kişinin evsiz kalması, sokaklarda, meydanlarda, çadırlarda ve bahçelerde yaşamaya mecbur olması, günlük hayatı altüst etmiştir.

1894 depreminden sonra bu durum çok daha görünür hale geldi. Evsiz kalan halk, hijyen koşullarının yok denecek kadar az olduğu geçici barınaklarda yaşamak zorunda kaldı. Bu da beraberinde ciddi sağlık sorunlarını getirdi. En büyük korkulardan biri ise salgın hastalıklardı. Yetkililer, özellikle kolera ve veba gibi hastalıkların yeniden patlak vermesinden endişe ediyordu. Bu nedenle cesetlerin hızla kaldırılması, eşyaların dezenfekte edilmesi gibi önlemler alındı.

Depremin su kaynaklarına verdiği zarar da büyük bir sorundu. Su bentleri, kemerler ve borular zarar görünce temiz suya ulaşmak zorlaştı, bu durum hem su sıkıntısına hem de bulaşıcı hastalık riskine neden oldu. Gıda temini de kolay değildi, çünkü birçok değirmen, fırın ve dükkân hasar görmüştü, ulaşım yolları da kullanılamaz hale gelmişti.

Toplumun ruh hâli ise sarsıntının en kalıcı etkilerinden biri oldu. Korku ve panik halk arasında uzun süre dinmedi. Bazı gazetelerde çıkan “yeni bir deprem geliyor” haberleri halkın tedirginliğini daha da artırdı. O günlerin yarattığı travma o kadar derindi ki, günlük yaşamda görülen korku halk edebiyatında da kendine yer buldu, deprem şiir, destan gibi edebi biçimlerle anlatılarak hafızalara kazındı.


Sultan Abdülhamid Han’ın çabası

Sultan II. Abdülhamid 1894 depreminin hemen ardından harekete geçmiş, yaralıların tedavisi, ihtiyaç sahiplerine yardım ulaştırılması, fırınlardan ücretsiz ekmek dağıtımı gibi konularda hızla emirler vermişti. Bu amaçla çeşitli yardım ve koordinasyon komisyonları kuruldu. İmar ve tamirat çalışmaları derhal başlatıldı. Ancak bu süreç kolay değildi. Duvarcıdan marangoz ustasına, taştan kirece kadar pek çok alanda iş gücü ve malzeme temininde ciddi sıkıntılar yaşandı.

Onarım için gerekli kaynaklar, vergiler, hazine destekleri, bağışlar ve borçlanma yoluyla karşılandı. Eğitim de depremden nasibini aldı. Bazı okullar hasar gördüğü için öğrenciler bir süre çadırlarda ya da ayakta kalmayı başarmış sağlam binalarda ders görmeye devam etti. Bu zor dönemde toplumda yardımlaşma duygusu da güçlendi. Yalnızca İstanbul’dan değil, Anadolu’nun dört bir yanından ve hatta ülke dışından yardımlar ulaştı.

Deprem sonrası vakıayı anlamaya dönük bilimsel çabalar da dikkat çekiciydi. Sultan II. Abdülhamid, depremin nedenlerini daha iyi anlayabilmek için Avrupa’dan bilim adamlarını davet etti ve Marmara Denizi’nde araştırmalar yaptırdı. Ayrıca dönemin modern cihazlarından olan sismograflar temin edilerek biri saraya, diğeri ise rasathaneye yerleştirildi. Bu adımlar sadece afet sonrası yeniden inşa değil, aynı zamanda anlama ve öğrenme çabasının da bir göstergesiydi. Bu anlamda on dokuzuncu yüzyılın yeni bilimsel ruhunu yansıtıyordu.


Vakıa-i selef tecarib-i halefdür

İstanbul’un tarihi aynı zamanda bir depremler tarihidir. Her büyük sarsıntı sadece taşları değil, toplumsal yapıyı da derinden etkilemiştir. Yapısal zafiyetler, su ve gıda sıkıntısı, hastalık riski, panik ve travma kadar devletin müdahalesi, halkın dayanışması ve yeni bilimin katkısı da bu tarihsel tabloda yerini almıştır. Osmanlı’da sıkça kullanılan bir darbımesel ile ifade edersek “vakıa-i selef, tecarib-i halefdür”. Yani öncekilerin başına gelenler, sonrakiler için tecrübedir. Tarihi örneklerde görüldüğü gibi yüzyıllar geçse de bilim ve teknoloji ilerlese de vakıa neredeyse aynı şekilde tekerrür etmektedir. Ve İstanbul çağın teknik imkânlarının yanında, geçmişin tecrübelerini de hesaba katarak bugün ve gelecekte ayakta kalmak zorundadır. Allah başta İstanbul olmak üzere tüm şehirleri afetlerden korusun.


Gümrük tarifesi 'Ölüm fermanı' mı?

Ezansız semtlerin asırlık hikâyesi ve bir bayram namazı hatırası

Darü'l-Hikmeti'l-İslamiye: Unutulan bir Osmanlı projesi