Murat Ülker yazdı: 10 dakikada Afrika’nın dünü bugünü ve geleceği
Murat Ülker'in yazısı şu şekilde;
Arkadaşlar hesaplamış, yaptığımız tüm şirket alım, satım ve birleşmelerimizin yekunu 13 milyar ABD dolarına ulaşmış. Buna sebep önce dikey entegrasyon, sonra sinerjik sektör ve kategorilerde yatay büyüme ve nihayet odaklanarak globalleşmemizdir.
Tüm bunlar olurken büyük paketten çıkan iki bölgedeki satın almalarımızı yerinde bile görmeden yaptım. Bu benden beklenecek bir davranış değildi. Ama ben pratik ve gerçekçi bir insanım, izah edeyim. Bölgenin biri Japonya idi; hakikaten zor bir bölgedir ve orada bir iş başarılmışsa demek ki işiniz en üstün standarttadır. Rakamlar iyiydi; Godiva Japonya’yı goyalamadan almıştık. Diğer bölge ise Afrika; bu bölgenin potansiyeline her zaman inandım. Ama görürsem vazgeçerim diye korktum ve yine goyalamadan portföyümüze dahil ettik.
Geçenlerde Nijerya’daki fabrikamızı goyalamaya gittim. Orada bir kitapçıdan Afrika üzerine üç kitap aldım. Amacım Afrika için geçerli olan 5n1k formülünü keşfetmekti. Afrika, kadim uygarlıkların beşiği; ilk insan Adem’in oraya indiği ve eşi Havva ile orada buluşup aile kurduğu söylenir. Ayrıca Adem kelime manası olarak Arapçada zenci demektir. İnsanlar sonradan üremedeki çeşitli eksiklikler neticesinde beyaz, sarı tenli olmuşlardır, deniyor. Yani bu kıta tarihi, kültürel zenginlikleri, halkları, tabiatıyla insanlık tarihinde eşsiz bir yere sahiptir. Tabii ki kıtanın doğal kaynaklarına duyulan bitmeyen ilgi yüzünden sömürgecilik, etnik çatışmalar ve ekonomik bağımlılık gibi zorluklar orada sosyal hayatın mecburiyeti olmuş.
Ben birçok köşesini gezdiğim kıtanın tarihteki neden, niçinini ve şimdi, sonra gelecekte ne/nasıl olacağını yaşadıklarım, okuduklarımdan hareketle yazdım. Bazı benzerlikler keşfettim; bazı fikirler icat ettim. Biraz uzun oldu ama ilginize sunuyorum.
Afrika’nın dününü, bugününü, geleceğini ve sorunlarını 7 ayrı tarihsel dönem üzerinden ele aldım. Her dönem, kıtanın yaşadığı çalkantılarla birlikte küresel ekonomideki rolünü ve özgün kültürel değerlerini ortaya koyuyor. Haydi, buyurun okumaya…
(*) Meredith,M. (2014). The fortunes of Africa: A 5,000-year history of wealth, greed, and endeavour. Public Affairs; Meredith, M. (2011). The state of Africa: A history of the continent since independence. Simon & Schuster UK; Moghalu, K. C. (2014). Emerging Africa: How the global economy’s ‘Last Frontier’ Can Prosper and Matter. Bookcraft Africa.
Antik Mısır ve Kuzey Afrika Uygarlıkları (M.Ö. 3000-M.Ö. 300)
Antik Mısır, tarıma dayalı ekonomisi, dini ritüellerle şekillenen toplumsal yapısı ve üstün mühendislik başarılarıyla dünyanın en güçlü uygarlıklarından biri haline geldi. Firavunlar, halkın gözünde sadece bir yönetici değil, tanrı-kral olarak kabul gördü. Ölümsüzlüğe ulaşma arzusu, onları devasa yapıları yani piramitleri anıt mezar olarak inşa etmeye yöneltti. Bu inanç, Mısır toplumuna derin ve sağlam bir birlik duygusu katarken, firavunların hem dünyayı hem de öteki dünyayı yönetebileceğine dair güçlü bir inanç yarattı. Güçlü bir putperest yapı ve ruhban sınıftan bahsediyoruz. Bunlar aynı zamanda pragmatiktiler. Putları zamana ve bölgeye göre değişiyordu; kuzeyde güneşe, bok böceğine, güneyde timsahlara tapıyorlardı. Hatta tarihte bir dönem atenizm inancında yani tek tanrılı olmuşlardı; muhtemelen Yusuf peygamber zamanı… Bölgede çeşitli kavimler yaşardı, ilk muhalefet, kopuş Musa peygamberin öncülüğünde Yahudilerin Mısır’dan göçüyle olmuştu.
Firavunların sıkı bir merkezi yönetimle kontrol ettiği toplumsal düzen, tarımsal refaha dayanıyordu. Nil’in mevsimsel bolluk dönemleri, Mısır’ın güçlü tarım sistemi sayesinde yerel halkın geçimini sağladı ve ticareti destekledi. Böylece Mısır’ın ekonomik ve sosyal birliğini koruyor, ritüellerle dolu kültürü canlı kalıyordu. Bu durum aynı zamanda Mısır’ın zengin maden kaynakları ve Nil boyunca gelişen ticarete de yansıyordu.
Firavunlar, halklarının refahını yüksek seviyede tutmak ve inançları ışığında tanrılarını memnun etmek için bu zenginliği kullandılar. Nil kıyılarında yükselen kutsal tapınaklar, dönemin mühendislik becerilerini ve Mısır’ın siyasi gücünü yansıtır. Kraliçe Hatshepsut ve Ramses gibi firavunlar, yalnızca kendilerini değil, tanrılarını da yücelten devasa heykeller yaptırarak güçlerini gözler önüne sererken kendilerini bunların arkasına saklıyorlardı. Bu yapılar, uzak diyarlardan gelen tüccarlar, gezginler ve hatta düşmanlar için ilgi çekici birer simge haline geldi. Sanırsam Nil havzası asırlar boyu Afrika’nın diğer kısımlarından göç alan farklı ırkların yaşadığı bir bölgeydi. Böylece Mısır dini ve kültürü bölgede etkili oldu.
Libya ve Sudan’a kadar uzanan bu etkisi sonucunda Mısır’ın askeri gücü gelişmişti, Güneydeki Nubia ile kurulan ilişkiler, Mısır’ın altın ihtiyacını karşılamanın ötesine geçecek kültürel bir alışveriş başlattı. Nubia’dan gelen altın, firavunların hazinelerini doldururken, bölge halkları Mısır kültüründen etkilenip benzer dini ritüelleri ve kraliyet yapısını kendi toplumlarına entegre etti. Bu ilişki, Mısır kültürünün ve mimarisinin Nubia topraklarına taşınmasına ve benzer tapınaklar ile anıtsal yapıların yapılmasına katkıda bulundu.
Mısır, kuzeydoğuda Hititler gibi güçlü medeniyetlerle de ilişkiler kurdu. Ramses döneminde Hititlerle imzalanan Kadeş Antlaşması, tarihin bilinen en eski barış antlaşmalarından biriydi. Bu antlaşma, Mısır’ın savaş gücünün yanı sıra diplomasi becerisini gösteriyordu ve bu tarihte komşularıyla barışçıl ilişkiler kurma motivasyonunun simgesi olarak değerlendirildi.
Afrika’nın iç bölgeleri ile yapılan ticaret de büyük önem taşıyordu. Mısır’ın Nubia ile yaptığı ticaret yalnızca altınla sınırlı değildi; fildişi, değerli taşlar ve hatta egzotik hayvanlar da bu ticaretin bir parçasıydı. Nil Nehri üzerinden Afrika’nın içlerine uzanan bu ticaret yolları, Mısır’ın ekonomik gücünü beslerken kültürel etkileşimi artırdı. Firavunlar, Mısır’ın oluşturduğu geniş etki alanı sayesinde hem Afrika içinde hem de Akdeniz bölgesinde en güçlü medeniyetlerden biri haline geldi. Bu büyük uygarlık, iktidar olduğu uzun tarihi dönem içerisinde birçok kez dış saldırılara maruz kalsa da çoğunlukla bu savaşlardan zaferle çıkmayı başardı. Orta Krallık ve Yeni Krallık dönemlerinde firavunlar, doğudaki Levant ve güneydeki Nubia gibi stratejik bölgelere askeri seferler düzenleyerek Mısır’ın güvenliğini sağlama aldı ve coğrafyalarında daha güçlü oldular. Bu fetihlerle birlikte firavunlar, Mısır’ın topraklarını genişletirken ekonomik kazançlarının yanında kültürel zenginlikler de elde ettiler. Mısır’ın altın çağında her alanda kazandığı dayanıklılık ve güç, köklü bir kültür ve inanç sistemi inşa etti. Artık firavunlar toplumda tanrı kral olarak kutsanıyorlardı. Halk, firavunu yalnızca bir lider değil, ilahi bir otorite olarak görüyor, hem fiziki hem de ruhani dünyayı yönettiğine inanıyordu. Böyle bir sistem özgün bir din kültürü ve Haman denilen ruhban sınıfla firavuna imanı şart koşuyordu.
Bu dönemin bilimsel ve kültürel etkisi oldukça güçlüydü. Hiyeroglif yazı sistemi, yalnızca dini metinlerde bilgi aktarımı için kullanıldı. Hiyeroglifler, tarihte dilin yazılmasının gelişimine katkı sağlarken, tıp, astronomi ve matematik gibi alanlardaki ilerlemeler diğer uygarlıklar için referans oluşturdu. Bu bilimsel ve kültürel miras, zamanla Akdeniz bölgesindeki diğer topluluklara yayıldı ve kalıcı bir etki yarattı.
Hiyeroglif yazı sistemini, yalnızca dini metinlerde kullanılan ve hiçbir şekilde telaffuz edilmeyen yani dile getirilmeyen bu lisanı bugün Mısır’ın günlük o zamanki yaşamı hakkında bilgi aktarmak için kullanmalarını neye dayandırıyorlar, bilemedim. Hiyeroglifler Sümer tabletleri gibi değildi, günlük hayatta kullanılmıyorlardı. Mısır uygarlığının tarımsal teknikleri ve sulama sistemleri çeşitli bölgelere adapte edildi. Özellikle bazı dini ritüeller, tanrılara sunulan adaklar ve öteki dünya inancı, Akdeniz kıyısındaki diğer medeniyetlerde de ortaya çıkmıştı. Mısır seyahat yazılarımda bu konulara değinmiştim, belki merak edenleriniz olabilir (https://muratulker.com/y/misir-gezisi-ilk-durak-iskenderiye/)
Roma ve Erken Hristiyanlık Dönemi (M.Ö. 300-M.S. 700)
Antik dünyanın yükselen gücü Roma İmparatorluğu, Afrika’nın kuzey kıyılarını hem ekonomik hem de stratejik avantajları dolayısıyla topraklarına katmak için harekete geçti. Roma’dan önce, bölgenin en güçlü devleti Kartaca’ydı. M.Ö. 264-146 yılları arasında Roma ve Kartaca arasında gerçekleşen Pön Savaşları (1), Akdeniz’in kontrolü için iki güçlü devletin mücadelesine sahne oldu. Üç büyük savaştan sonra Roma, Kartaca’yı yendi ve bölgeyi kendi kontrolüne aldı. Kartaca’nın yıkılması, Kuzey Afrika’nın Roma İmparatorluğu’nun egemenliğine geçişini hızlandırdı.
Akdeniz boyunca genişleyen Roma ticaret ağı, tahıl, zeytinyağı ve şarap gibi kaynaklarla besleniyordu. Özellikle tahıl üretimi, Roma’nın şehirlerine kaynak sağlamak ve nüfusu beslemek için oldukça önemliydi. Roma için Afrika, yalnızca bir tahıl deposu değil, aynı zamanda zeytinyağı ve şarap gibi değerli ürünlerin üretildiği bir bölge olarak da zenginleşti. Roma devrinde bu ürünlerin ticareti Akdeniz kıyıları boyunca yaygınlaştı.
Roma İmparatorluğu’nun Kuzey Afrika üzerindeki hakimiyeti, bölgeyi yalnızca ekonomik olarak güçlendirmekle kalmadı, aynı zamanda kültürü de geliştirdi. Romalılar, Afrika’daki şehirleri kendi mimari tarzlarına göre yeniden inşa etti; amfitiyatrolar, hamamlar ve tapınaklarla süsledikleri bu şehirler, artık Roma’nın gücünü ve ihtişamını yansıtan birer vitrindi. Kartaca, Roma’nın Afrika’daki en önemli merkezlerinden biri olarak yeniden inşa edilip büyürken, hem Akdeniz ticaretinde bir düğüm noktası hem de Afrika kıtasında Romalı yaşam tarzının bir simgesi oldu. Latin dili ve Roma hukuk sistemi, bölgedeki yaşamın her alanına yayıldı. Zamanla yerli halk, Roma yaşam tarzını benimsedi ve hatta bazıları imparatorluk bürokrasisinde görev alarak Roma’nın yönetim yapısında yer buldu. İşte burada Hollywood Kleopatra filmleri hatırıma geldi. Kleopatra bir kraliçe olarak Roma’yı ziyaret etmişti.
Roma döneminin sonuna doğru Hristiyanlık dini, Kuzey Afrika’da yayılmış ve bölgenin toplumsal dokusu değişmişti. Hristiyanlığın Roma İmparatorluğu’nun resmi dini haline gelmesiyle, Afrika’da güçlü bir Hristiyan cemaati doğdu. Bu cemaat, St. Augustine gibi önemli dini liderler yetiştirerek erken Hristiyanlık tarihinde önemli izler bıraktı. Bugünkü Tunus’ta doğan St. Augustine, Kuzey Afrika’daki Hristiyan toplulukların manevi lideriydi, yazdığı eserlerle tüm Hristiyan dünyasına ilham vermişti. Ancak Hristiyanlık, Kuzey Afrika’da toplumsal birlik getirmekten çok, mezhepsel ayrışmalara yol açarak yerel topluluklar arasında derin çatışmalara neden oldu. Donatizm gibi mezhepler, Roma’nın dayattığı dini yapıya karşı çıkarak, Afrika’da Hristiyanlık içinde çeşitli görüş ayrılıklarının doğmasına sebep oldu. Roma, bu dini anlaşmazlıkları bastırmak için yerel yöneticileri görevlendirip baskı uygulasa da Kuzey Afrika’nın sosyal ve dini yapısı zaman içinde karmaşık bir hale geldi.
Roma İmparatorluğu zayıfladığında Kuzey Afrika üzerindeki hâkimiyeti de azalmıştı. Ekonomik sıkıntılar, askeri güç kaybı ve Batı Roma’nın gerileyen nüfuzu, bölgenin savunmasız kalmasına yol açtı. M.S. 430’larda, Germen kavimlerinden olan Vandallar, Kuzey Afrika’ya yöneldi. Askeri gücü giderek azalan Roma, Vandalların akınlarına karşı koyamayarak Kartaca’yı kaybetti. Bu kayıp, Roma’nın Kuzey Afrika’daki en önemli merkezini yitirmesi anlamına geliyordu. Vandallar, Kartaca’yı ele geçirerek burayı kendi krallıklarının başkenti ilan etti ve bu Roma İmparatorluğu’nun bölgede kurduğu düzeni temelden sarstı.
Vandalların hâkimiyeti, Kuzey Afrika’da uzun yıllar boyunca inşa edilen Roma etkisini büyük ölçüde sildi. Roma’nın kurduğu ekonomik yapı, Vandalların yönetiminde çöküşe geçti. Roma döneminde ticaretin kalbi olan limanlar, tarımın belkemiğini oluşturan büyük çiftlikler ve tahıl üretimiyle zenginleşen topraklar, eski refahını sürdüremedi. Vandalların fetih stratejisi Roma ile yerel halk arasında yıllarca süren iş birliğine dayanan sosyal düzeni zayıflatırken, Afrika kıyılarında ticaret rotaları eski canlılığını kaybetti. Kuzey Afrika, bu dönemde zenginliğini büyük ölçüde yitirdi ve güvensiz bir bölge olarak anılmaya başladı.
Vandalların Kuzey Afrika’ya yerleşmesi, bölgenin sosyo-ekonomik yapısını derinden etkilediği gibi, Afrika’nın Avrupa ve Akdeniz dünyasıyla ilişkilerinde yeni bir dönem başlattı. Vandal Krallığı, Akdeniz’deki güç dengesini kendi lehine değiştirdi. Vandal denizcileri, Akdeniz’de geniş bir ticaret ağı kurarak Roma’nın ticaret yollarını kesintiye uğratmaya ve krallıklarını ekonomik olarak güçlendirmeye çalıştılar.
Vandalların dini inançları bölgede Hristiyanlık dini üzerinde etkili oldu. Aryan Hristiyanlığını (2) benimsemiş olan Vandallar, Roma zamanında Kuzey Afrika’da yaygınlaşan Katolik Hristiyanlık inancını baskı altına aldı. Bu dini gerilimler, Roma sonrası dönemde Kuzey Afrika toplumunda yeni ayrışmalar yarattı ve Hristiyanlık içinde derin mezhepsel çatışmalara yol açtı.
Roma’nın Kuzey Afrika’daki izleri bugün bile tamamen yok olmadı. Latin dili, Roma hukuku ve mimarisi, Vandalların yönetiminde bile yerel halk kültüründe varlığını sürdürdü. Roma’dan kalan altyapı, tapınaklar, hamamlar ve tiyatrolar varlığını sürdürdü. Kuzey Afrika’daki Hristiyan cemaatler, St. Augustine gibi azizlerin izini sürmeye devam etti. Roma İmparatorluğu’nun ardından Afrika’da yeni bir dönem başlıyordu. Zenginlik ve istikrar artık yoktu.
İslam ve Arap Fetihleri (700-1500)
Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra Afrika, siyasi ve ekonomik istikrarını kaybetti. Bu gelişme ile birlikte yeni bir güç haline gelen Arapların bölgeye olan ilgisi arttı. Emevi ve Abbasi halifelikleri, İslam’ın yayılması ve Arap dünyasının genişlemesi için Kuzey Afrika’yı stratejik bir hedef olarak gördü. 7. yüzyılın ortalarında, Müslüman Araplar Mısır’ı fethederek Kuzey Afrika boyunca ilerlemeye başladı ve bölgenin toplumsal yapısını, dini inançlarını ve kültürel dokusunu köklü bir şekilde değiştirdi.
Arap fetihleriyle birlikte İslam, Mısır ve Nil Vadisi üzerinden Kuzey Afrika’nın geniş topraklarına yayıldı. Toplumda önemli sosyal ve ticari etkileri olan bu yayılma ile Afrika’da İslam dini ile birlikte Arap kültürü ve ticareti de yaygınlaştı. Arap tüccarlar, Akdeniz kıyılarında ve Sahra boyunca kurdukları ticaret ağları ile bölgeyi İslam dünyasına entegre etti. Böylece Afrika’nın altın, tuz ve değerli taş gibi zengin doğal kaynakları, İslam dünyası boyunca ana ticaret malları haline geldi. Ancak bu ticaretten elde edilen gelir, yerel halkların refahı için kullanılmıyordu. Bölgenin zenginlikleri Arap şehirlerini ve yönetimlerini besledi, deniyor kitapta ama biliyoruz ki Kahire Arapça bir isimdir ve Araplar öncesinde bu şehrin adı bile anılmazdı; keza Mısır diye bir ülkeden de bahis yoktu.
Bu da aynı inancı paylaşan Araplarla yerli halklar arasında bir bütünleşme süreci başlattı. İslam ile eski düzen arasında bir çatışma vardı. Bu süreçte İslam Afrika’nın ücra köşelerine kadar kolayca yayıldı.
Berberiler, Arap egemenliği altında kendi kimliklerini ve bağımsızlıklarını korumak için direniş gösteren toplulukların başında geliyordu, diyen kitapta belli ki daha sonraki asırlarda bile halkın Müslüman olarak Osmanlı İmparatorluğuna gönüllü katılmasını görmüyor. Hatta 1. Dünya Savaşı sonrası ayrılışın sebebi olarak bu halkların ülkelerinin İtalyan ve Fransızlar tarafından sömürge edilmesini de göz ardı ediyor. Velhasıl bölgedeki Berberi kimliği daima var oldu. Ama şahsi tecrübem; dini ve kültürel benzeşme o kadar ileriydi ki görüşmelerde Berberiler kendilerini tanıtmak zorunda kalıyorlardı.
Sahra Çölü boyunca uzanan ticaret yolları aracılığıyla Araplar, Batı Afrika’daki değerli kaynakları kendi ticaret ağlarına dahil ettiler. Mali İmparatorluğu gibi güçlü devletler İslam’ı kabul edince daha da güçlendi. Mansa Musa gibi Müslüman liderler, zenginliği ile tüm dünyada nam saldı.
Doğu Afrika kıyılarında ise, Arapların etkisiyle yeni şehir devletleri ortaya çıktı. Zanzibar ve Kilwa gibi liman kentleri, Arap tüccarlar için köle ve baharat ticaretinin merkezleri haline geldi. Köleler, Arap dünyasında iş gücü olarak kullanılmak üzere Afrika’nın iç bölgelerinden toplanıyordu. Bu köle ticareti, sadece Afrika’nın sosyal yapısında derin yaralar açmakla kalmıyor, aynı zamanda yerel toplulukları zorla göç ettiren, ekonomik bağımlılığa sürükleyen ve sosyal düzeni yıkan bir “sistem” haline getiriyordu. Köle ticareti, Afrika’nın iç bölgelerinde nüfus kaybı ile birlikte üretimin neredeyse durma noktasına gelmesine ve toplumsal bağların zayıflamasına neden oldu.
İslam’ın ve Arap etkisinin Afrika’da köklü bir miras bırakmasına rağmen; İslam dinine uygun olmayan uygulamalarla Afrika ekonomik bağımlılık, sosyal baskılar ve kültürel asimilasyon gibi büyük sorunlarla karşı karşıya kaldı. Kıta İslam dünyası için bir servet kaynağına dönüşmüştü, ancak kıtada yerliler kendi zenginliklerini kendi yararlarına kullanma özgürlüğünü kaybetmişti. İslam köleliği ortadan kaldırmadan sosyal hayatta eşitlik ve hatta en büyük iyiliğin köleleri özgürleştirmek olduğunu söylerken hür insanları köleleştirmek için saldırmak asla dini değildir ve yapanlar iyi Müslümanlar olamazlar. Benzer uygulamaları Osmanlı’da da görüyoruz. Devşirme oğlanlar, Slav cariyeler veya Kafkas halklarından çalınan bilhassa Çerkez çocukların İstanbul’da köle pazarlarında 19. yüzyılda bile pazarlanması devam etmiştir.
Avrupalı Keşifler ve Köle Ticareti (1500-1800)
15. yüzyılın sonlarına doğru Avrupalı güçlerin Afrika’ya ve kaynaklarına olan ilgisi hızla artmaya başladı. Amerika kıtasının fethedilmesiyle artan iş gücü ihtiyacı, yeni kaynak arayışını zorunlu kılıyordu. Portekizliler, Yeni Çağ’da Afrika’nın batı kıyılarına ilk ulaşan Avrupalılar olarak burada çeşitli ticaret merkezleri kurarak kıtanın kaynaklarını kendi ekonomilerine entegre ettiler. Altın, fildişi ve özellikle de köle ticareti, Portekizlilerin Afrika ile olan ilişkilerinin temelini oluşturuyordu. Ardından Hollandalılar, İngilizler ve Fransızlar da kıtanın zenginliklerinden faydalanmak için Afrika kıyılarına yerleşmeye başladılar.
Bu ilgi arttıkça, kıta yeni bir sömürü düzenine sürüklendi. Batı Afrika kıyılarında yerel liderlerle yapılan anlaşmalar ve kurulan ticaret merkezleri, köle ticaretinin yaygınlaşmasını hızlandırıyordu. Afrika’nın iç kesimlerinden zorla toplanan insanlar, köle olarak Amerika kıtasına gönderildi ve burada Avrupalıların kurduğu plantasyonlarda çalıştırıldılar. “Orta Geçit (Middle Passage)” olarak geçen bu zorla göç ettirme süreci, tarihin sayfalarında insanlık tarihinin en acımasız olaylarından biri olarak anılır. Köleler, hijyenik olmayan, hiçbir güvenliği bulunmayan gemilerde ağır şartlar altında haftalarca süren yolculuklara dayanmak zorundaydı. Çoğu bu yolculuk sırasında hayatını kaybederken, hayatta kalanlar ise Amerikan kolonilerinde insanlık dışı şartlarda çalıştırılıyordu (3).
Köle ticaretinin Afrika toplulukları üzerindeki etkisi son derece yıkıcıydı. Batı Afrika’daki Benin ve Ashanti gibi krallıklar, köle ticaretine dahil olarak ekonomik kazanç sağlıyordu. Bu yerel krallıklar, kendi güçlerini koruyabilmek ve askeri avantajlarını artırabilmek için Avrupalılarla iş birliği yaparak rakip kabileleri köle olarak satmaya başladılar. Para için kendi halkını satma hatasına düşenler, zaman içerisinde köle ticaretine bağımlı hale gelerek; “köle ticaretinin kölesi” haline geldiler. Elde edilen geçici refahın bedeli, yerel üretimin ve gelişimin durması ile ödendi. Güçlü ve genç nüfusun Amerika’ya taşınması, kıtanın kendi ekonomik gelişimini baltaladı ve yerel üretim sistemlerinin çökmesine yol açtı. İşin sosyal boyutu da bir o kadar yıkıcı ve dramatikti. İç bölgelerdeki kabileler köle avcılarının baskınına uğrayarak savunmasız hale gelirken, kendi güvenliklerini sağlamak için kaynak elde etmek amacıyla ya da zenginlik hırsı ile başka kabileleri köle olarak satan topluluklar arasında iç savaş ve güvensizlik ortamı doğdu. Köleler, ailelerinden ve kültürlerinden zorla koparılarak uzak diyarlara taşındılar. Bu durum, yalnızca bireysel yaşamları değil, kıtadaki tüm sosyal yapıyı etkileyen bir yaraya dönüştü. Orta Geçit’in yarattığı bu toplumsal travma, yalnızca dönemin değil; aynı zamanda kıtanın kültürel bütünlüğünü zedeleyerek Afrika’da kalıcı bir sosyal yara haline geldi.
Portekiz ve İspanya, Afrika’nın batı kıyısında kurdukları üsler ve kalelerle ticaret sistemini kendi lehlerine çevirmeye çalıştı. Portekizliler, Angola ve Mozambik gibi stratejik bölgelerde köle ticareti merkezleri kurarak kıtadaki ticaret yollarını denetimleri altına aldılar. Afrika’nın deniz ticaret rotaları bu üsler sayesinde Portekiz kontrolüne geçti. Portekiz’in ardından Hollanda, İngiltere ve Fransa gibi güçler de kıtanın doğal zenginliklerini kendi ekonomilerine yönlendirmek için Afrika kıyılarına kalıcı yerleşimler kurmaya başladı. Avrupalı güçler köle ticaretinden sağladıkları kazançla yeni silahlar ve askeri donanımlar geliştirerek bölgedeki etkilerini ve kıtadaki askeri üstünlüklerini güçlendirdiler. Kıtadaki bağımsızlık hareketleri köreldi. Çünkü yerel direnişçilerin giderek azalan kısıtlı kaynakları, Avrupalıların gelişmiş askeri gücü ile mücadele etmeye yeterli değildi.
Düşünsenize bir korku filmi gibi! Siz ailenizle köyünüzde barış içinde yaşarken birdenbire haydutlar basıp insanları zorla alıp götürüyorlar. Gidenlerden bir daha hiç haber alınamıyor; sanki ölmüşler. Halbuki müebbeten çalışmaya mahkum olmuşlar, bir angarya için. Kalanlar ise ya babasız ya çocuksuz artık ürkek, korkak yaşayan acizler zira işe yarayanlar çalınmış. Şimdi düşünün kalanların durumunu: Artık aile bağları, gelecek planları, üretim ve inşa faaliyetleri durmuştur. Kimse kimseye dost değildir, çünkü artık insanlar birbirlerini yakalayıp satmaktalar. Cinnet bu! Ben şimdi anladım, Afrika halkının kölelik kalktıktan sonra bugün bile miskin, umutsuz, hedefsiz, hırsı olmayan insanlarını. Hatırlarım bir gün Namibia’da bir yere gitmek için toplandık. Vasıta almadı hepimizi, üç lisan bilen orta yaşlı çiftliğin müdürü zenci arkadaşa beklemesi söylendi. Biz dört saat sonra döndüğümüzde hala aynı yerde, aynı şekilde bekliyordu!
Köle ticareti nihayet sona erdiğinde, sorun çoktan toplumu oluşturan tüm yapılara nüfuz etmiş, onarılamayacak yaralar bırakmıştı. Sosyal yapı zarar görmüş, nesiller boyu gelen geleneksel bağlar kopmuş ve yerel toplumların kendi aralarındaki güven büyük ölçüde sarsılmıştı. Her yerel liderin kendisini ve kabilesini koruyabilmek adına bir diğerine ihanet etmek zorunda kaldığı bu dönem, Afrika toplumlarının bir arada yaşayabilmek yeteneğini elinden aldı. Toplumsal dayanışma yok denilecek bir noktaya kadar gerilemiş ve kıtanın birçok bölgesinde kabileler arası düşmanlıklar kalıcı hale gelmişti. Ben bugün Afrika’daki önlenemeyen hırsızlık, yolsuzluk ve istismarın insanların kendilerini bir sosyal yapıya ait hissetmemelerinden geldiğini anladım.
Benzer bir toplum yapısı ve yaklaşımın Afganistan’da, kabile düzeyinde olduğunu görüyorum. Bu halkın kurtarılması adına yapılan Batılıların savaşı sonucu oluştu. Sosyal yapı ve anlayış asırlar geriye gitti. Orada bir daha bir sosyal devlet kurabilecek mi yerel halk bilemiyorum. Mesela Irak’a demokrasi getirirken de aynı şey oldu. Hangi din, mezhep, ırka ait olduğunuz ki birçok ihtimal barındırıyor; zira birden fazla din, en az iki mezhep ve üç millet var. Sizden olanlar kim ve ne düşünüyor, emin olmadığınız gibi, düşmanınız olanlar için de pek çok seçenek var. Suriye’de iç savaşı durduralım derken de aynı şey olmuştu. Rusya Ukrayna savaşı da muhtemelen aynı şekilde …
Ortadoğu’da 1. Dünya Savaşı sonrası Türk, Kürt, Arap halklarının doğu batı ekseninde yaşadığı Osmanlı’nın Irak vilayeti topraklarına üç ayrı devlet yan yana kuzey güney ekseninde kurulmuştu. Bugün bu huzursuzluğun bedelini altüst olan yaşamlarımızla ödüyoruz.
Afrika nefes alamıyordu. Bu da yetmezmiş gibi, köle ticaretinin sona ermesiyle Avrupalıların kıta üzerindeki etkisi daha da artmıştı. Köle ticareti kıtanın geleceğini yok etse bile, en azından belirli bir kaynak girdisi yani nakit sağlıyordu. Üretim kapasite ve kabiliyeti yok edilmiş Afrika, artık kendi başına ayakta kalamazdı. Avrupa bu dönemde, kıta üzerindeki ekonomik ve politik kontrolünü pekiştirdi. Avrupalı güçler Afrika’nın değerli kaynaklarına odaklanarak, bu kaynakları kalıcı olarak ele geçirmeye yöneldi. Yer altı zenginlikleri ve doğal kaynaklar, kıtada kurulmak istenen uzun dönemli sömürge düzeninin birinci hedefiydi. 1760 yılında başlayan Sanayi Devrimi, kaynağa açtı. Afrika ise bu açlığı doyurmak için ucuz bir fırsattı.
Sömürgecilik ve Yeni Sömürge Düzeni (1800-1945)
19. yüzyılın başlarından itibaren Avrupa’nın Afrika üzerindeki ilgisi, kıtanın stratejik konumu ve doğal kaynakları nedeniyle yeni bir boyut kazandı. Sanayi Devrimi’yle birlikte Avrupa’nın hammadde ihtiyacı hızla artıyordu. Afrika yalnızca madenler, petrol ve kauçuk gibi değerli hammaddeler değil, aynı zamanda Avrupa’daki sanayiler için geniş bir pazar potansiyeli sunuyordu. Bu dönemde Avrupalı devletler, Afrika’nın zengin kaynaklarına ve tüketim potansiyeline sahip olabilmek için kıtada “kalıcı” bir hakimiyet kurmaya yöneldiler.
Berlin Batı Afrika Konferansı, Afrika’nın Kongo Havzası’na ilişkin egemenlik haklarının tartışılması ve bir sonuca bağlanması için düzenlenen uluslararası bir konferanstır. Portekiz’in önerisi üzerine, 15 Kasım 1884-26 Şubat 1885 tarihlerinde düzenlenen konferansa İngiltere, Fransa, Avusturya, Almanya, İtalya, Rusya, Portekiz, İspanya, ABD, İsveç, Norveç, Danimarka, Belçika ve Osmanlı İmparatorluğu katılmıştır (5). Bu konferans ile Afrika’nın sömürgeleştirilmesi süreci resmiyet kazandı. Avrupalı devletler, kıtayı kendi aralarında paylaşarak Afrika’nın büyük kısmını kendi kontrolleri altına aldılar. Bu paylaşım zaten başlı başlına bir sorundu; paylaşım esnasında kıtanın doğal, coğrafi ve kültürel sınırlarının göz ardı edilmesi ise sorunu daha da derinleştirdi. Tamamen keyfe keder çizilen sınırlar, Afrika’nın farklı etnik gruplarının birbirlerinden ayrılmasına ya da zorla bir araya getirilmesine yol açtı. Yerel halklar bir anda kendilerini yabancı yönetimlerin altında buldular ve kendi topraklarında Avrupalı güçlerin baskısı altında yaşamaya mecbur bırakıldılar.
Sömürge yönetimleri, Afrika’daki yerel toplumların sosyal ve ekonomik yapısını kökten ve sistematik olarak değiştirerek kıtanın ekonomisini Avrupa’nın ihtiyaçlarına göre yeniden şekillendirdi. Tarımsal üretim, yerel halkın geçim kaynağı olmaktan çıkıp Avrupa sanayisini besleyecek şekilde düzenlendi. Pamuk, kahve, kakao ve kauçuk gibi ürünler yetiştiren büyük çiftlikler kuruldu; bu çiftliklerde yerel halk zor şartlar altında düşük ücretlerle çalıştırıldı. Yerel halkın kendi tarım alanlarını kullanması kısıtlandığı için, kırsal kesimde açlık ve geçim sorunları baş gösterdi. Afrika halkı kendi topraklarında, kendi kaynaklarını Avrupa’ya taşımak için “işçi” olarak çalıştırıldı.
Bu dönemde, Avrupa yönetimleri yerel halka ağır vergiler yükleyerek onları sömürmeye değişik yöntemlerle devam etti. Yerel halk, Avrupa para biriminde ödeme yapmak zorunda bırakıldığı için nakit para kazanmak amacıyla Avrupalı şirketlerde çalışmaya zorlandı. Bu vergi sistemi, yerel ekonomilerin bağımsızlığını yok etti ve Avrupalı şirketlerin ucuz iş gücü ihtiyacını karşılayan bir mekanizma görevi gördü. Tüm bunlara ek olarak, Avrupa ülkeleri Afrika’daki maden yataklarını kontrol altına aldı. Özellikle Güney Afrika’daki altın ve elmas madenleri Avrupalı şirketler tarafından işletildi. Yerel halk bu madenlerde ağır ve insanlık dışı koşullarda çalıştırıldı, madenlerdeki iş gücü eksikliği nedeniyle köylerden zorla göç ettirilen Afrikalıların aile yapıları bozuldu.
Avrupalı sömürgeciler kıtadaki istikrarı bozmak için “böl ve yönet” politikasını uygulayarak farklı etnik grupları birbirine düşman hale getirdi. Sömürge yönetimleri, kendi çıkarlarını koruyacak yerel liderleri iktidara getirerek toplumu kontrol altında tutmaya çalıştı. Geleneksel yönetim sistemleri yok edilerek yerine sömürgeci yönetimlerin denetimindeki liderler atanırken, bu yerel liderler kendi halklarına yabancılaştı ve baskıcı bir yönetim anlayışını benimsendi. Sömürge yönetimleri, eğitim, sağlık ve altyapı alanlarında kıtanın gelişimini ihmal etti. Eğitim sistemleri, yalnızca sömürge yönetimlerine hizmet edecek kadar sınırlı bir şekilde kuruldu ve bu da Afrika’nın sosyal gelişimini sınırlayarak kalkınmasını engelledi. Sağlık hizmetlerinin yetersizliği, kıtada pek çok hastalığın salgın haline gelmesine yol açtı. Yerel halk, tıbbi yardıma erişemediği için Afrika’daki ölüm oranları bir hayli yüksekti.
Sömürgeci güçler, kıtanın birçok bölgesindeki toprakları kamulaştırarak yerli halkları bu topraklardan çıkardı ve el konulan bu araziler büyük Avrupalı çiftlik sahiplerine ya da şirketlere tahsis edildi. Afrika halkı kendi topraklarında çalışamayıp geçimlerini sağlamak için düşük ücretlerle Avrupalıların sahip olduğu çiftliklerde işçi olarak çalışmaya zorlandı. Ben böyle çiftliklerde misafir edildim. Her biri o Afrika devletinin vatandaşı olan beyazlar tarafından sahiplenilmiş, akıl almaz büyüklükteydiler. Bir tane çiftlikte yarım gün araba sürüp yine de sınırına ulaşamamıştık. Dünyanın en büyük merinos üretim alanıydı. Tüm bu çiftliklerin etrafı çitlerle çevrilmiş ve korunmaktadırlar. Hatta bazı ülkeler arasındaki sınırlara bile tel çit çekilmiştir. Burada amaç ülkenin mal varlığı olarak görülen yabani hayvanların ülkede kalmasını temin içindir.
Avrupalı devletler, askeri güçlerini artırmak için yerel halkı zorunlu askerliğe tabi tuttular. I. ve II. Dünya Savaşları sırasında binlerce Afrikalı genç zorla Avrupa ordularına katılarak kıta dışındaki cephelere gönderildi. Bu savaşlara katılan Afrikalılardan hayatta kalanları, cephelerde kaybettikleri ile toplumlarına geri döndü. Taşıdıkları fiziksel yaralar ve duygusal acılar, toplumdaki travmayı daha da derinleştirdi.
Eğitimde ise temel hedef, sömürge idaresine hizmet edecek şekilde düzenlenen bir sistemde yetişen küçük bir Afrikalı elit kesim yaratmaktı; yerel yöneticiler, memurlar ve teknik personel… Okullarda verilen eğitim, sömürgecilerin kültürel değerlerini yüceltirken, Afrika’nın yerel değerlerini ve tarihini dışarıda bırakıyordu. Afrika toplumunun büyük bir kısmının bilgiye erişimi engellendi. Kıtada bilim, sanat ve teknoloji alanlarındaki gelişim yavaşlayarak durma noktasına geldi. Sömürge okulları, Afrika’nın geleneksel dillerini ve kültürünü dışlayarak eğitimde yalnızca Avrupa dillerine yer verdi. Fransızca, İngilizce ve Portekizce gibi Avrupa dilleri, kıtanın birçok yerinde resmi eğitim dili olarak kabul edildi ve bu dillerin kullanımı, sosyal statünün bir göstergesi haline geldi. Kendi anadillerinde eğitimden mahrum kalan Afrikalılar, dil ve kültür açısından kendi kimliklerinden kopmaya zorlandı. Yerel dillerin ve kültürel mirasın gelecek nesillere aktarılması zorlaşıyor, yerel halkların kendi değerlerine olan güveni sarsılıyordu. Kendi dillerini konuşamayan ve eğitim sistemi ile kendi kültürlerine yabancılaştırılan Afrikalılar, Avrupa merkezli bir kimlik dayatmasıyla karşı karşıyaydı.
Sömürgecilik baskısıyla oluşan bu düzenin, Afrika’nın gelecekteki bağımsızlık mücadelesinin temellerini attığını söylemek yanlış olmaz. 20. yüzyılın başlarına gelindiğinde, kıta genelinde sömürgecilik karşıtı düşünceler yayılmaya başladı. Kendi topraklarında yabancıların “kölesi” gibi yaşamaya zorlanan Afrikalılar hem ekonomik hem de kültürel bağımsızlık arayışına girdi. Bu arayış, yalnızca ekonomik kaynakları ve siyasi bağımsızlığı kazanmak ile ilgili değildi. Aynı zamanda kaybettikleri kültürel ve sosyal kimliklerini yeniden kazanmak istiyorlardı.
Bağımsızlık Mücadeleleri, Ulus Devletlerin Doğuşu ve Yeniden Yapılanma Arayışları (1945-2000)
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, Avrupa güçleri savaştan büyük yıkımla çıkmış ve kıtadaki hakimiyetlerini sürdürmekte zorlanır hale gelmişti. Afrika’daki sömürge yönetimleri, savaşın etkisiyle zayıflayan Avrupa ekonomisi sebebiyle halkların artan bağımsızlık çabaları karşısında direnmekte zorlanıyordu. Bu süreçte Afrika’daki entelektüeller ve siyasi liderler, kıtanın kendi kaderini belirlemesi gerektiğine dair fikirlerini yaymaya başladılar. Bağımsızlık rüzgarları tüm Afrika’da hızla esmeye başlamıştı, kıtanın dört bir yanında sömürgecilik karşıtı hareketler güç kazanıyordu.
Bağımsızlık mücadeleleri tek bir bünyeden çıkan örgütlü hareketler değildi, kıtadaki sömürge yönetimlerinin yapısına ve yerel halkların sosyal durumuna göre değişkenlik gösterdi. Batı Afrika’da, Senegal, Nijerya ve Fildişi Sahili gibi ülkelerde bağımsızlık genellikle barışçı yollarla, müzakerelerle elde edildi. Ancak, Cezayir, Kenya ve Angola gibi ülkelerde, sömürgeci yönetimlerin direnişi, bağımsızlık mücadelesini uzun ve kanlı bir savaşa dönüştürdü. Cezayir’in Fransa’dan bağımsızlığını kazanması, sekiz yıl süren şiddetli bir savaşın ardından gerçekleşti. Bu savaş, tüm kıtanın vereceği bağımsızlık mücadelesindeki kararlılığın ve halkın gereken bedeli ödemeye hazır olduğunu simgeleyen önemli bir tarihi dönüm noktasıydı.
Afrika’nın bağımsızlık yolundaki mücadeleleri yalnızca askeri değil, aynı zamanda entelektüel ve diplomatik cephede de sürdü. Kwame Nkrumah gibi Afrika’nın önde gelen liderleri, Pan-Afrikanizm adı altında bir kıta birliği ve iş birliği hareketi başlattılar. Bu düşünce, Afrika’nın özgürleşmesinin tek yolunun bir araya gelmek ve sömürgeci güçlere karşı ortak bir dayanışma sergilemek olduğu temeline dayanıyordu. Nkrumah’ın önderliğinde Gana, 1957 yılında Afrika’da bağımsızlığını kazanan ilk ülke oldu. Diğer ülkelere de ilham veren bu düşünce, Afrika halklarını bir araya getirerek kıtanın ortak bir kimlik ve dayanışma ruhu kazanmasına katkı sağladı.
“Sömürgeciler gitti, dertler bitti.” gibi olumlu ve hiç de gerçekçi olmayan bir tablodan söz etmemiz ne yazık ki mümkün değil. Bağımsızlık sonrası Afrika devletleri, ekonomik ve siyasi anlamda büyük zorluklarla karşı karşıyaydı… Yeni kurulan devletler, Avrupa tarafından hiçbir kritere dikkat edilmeden düzenlenen sınırlar ve birbirinden farklı etnik grupları barındıran toplumsal yapıları ile ciddi iç çatışmalara zemin hazırlayan bir ortamda düzen oturtmaya çalıştı. Birçok Afrika ülkesi, geçmişte birbirine düşmanlık besleyen topluluklardan oluşuyordu. Halkın toplum ve devlet ile ilgili olan algıları, eğer var ise, oldukça çarpık ve sorunluydu. Afrika sömürge sonrası dönemde kağıt üzerinde bağımsızlığını kazanmış olsa bile, dönemin bıraktığı tortular siyasi istikrarı sağlayacak bir yapı kurmayı imkansız hale getiriyordu.
Özellikle Ruanda, Nijerya ve Sudan gibi ülkelerde etnik çatışmalar, siyasi güç mücadelesiyle birleşerek uzun süreli çatışmalara ve soykırımlara yol açtı. Ruanda’da Hutu ve Tutsi grupları arasında yıllar süren gerilim, 1994 yılında bir soykırıma dönüştü. Tutsilerle iktidar mücadelesine giren Hutular, ülkenin dört bir yanında organize katliamlar gerçekleştirerek yüzbinlerce Tutsi’yi ve destekçilerini öldürdü. Yaklaşık 100 gün süren bu soykırımı, Afrika’nın etnik gerilimlerinin en korkunç örneklerinden biri oldu.
Etnik ve dini farklılıkların sebep olduğu başka bir trajik çatışma ise Nijerya’da gerçekleşen Biafra Savaşı’ydı. Nijerya’nın güneydoğusunda çoğunluğu oluşturan İgbo halkı, 1967’de Biafra Cumhuriyeti adıyla bağımsızlık ilan etti. Bu bağımsızlık talepleri Nijerya hükümeti tarafından reddedilince çatışmalar başladı ve iç savaş patlak verdi. Ülke geneline yayılan askeri harekâtlar, açlık ve hastalık gibi sebeplerle yaklaşık iki milyon insan hayatını kaybetti. Savaş bittiğinde, Nijerya’nın etnik ve dini bölünmüşlüğü daha derinleşmişti.
Sudan’da ise Arap Müslüman çoğunluk ile ülkenin güneyindeki siyahi Hristiyan ve animist topluluklar arasında derin etnik ve dini farklılıklar, iç savaşlara zemin hazırladı. 1983 yılında başlayan Sudan İç Savaşı, yaklaşık 22 yıl boyunca sürerek milyonlarca insanın hayatını kaybetmesine ve çok sayıda kişinin yaşadığı yeri terk etmesine sebep oldu. Güney Sudan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla sonuçlanan bu süreç, Sudan’ın Darfur bölgesinde de etnik bir soykırımın yaşanmasına yol açtı. 2003’te Darfur’da Arap milisler ile bölgedeki siyahi topluluklar arasında başlayan çatışmalar, hükümetin desteklediği Cancevid milislerinin yerel halka karşı katliamlar düzenlemesiyle genişledi ve bu soykırımda yüz binlerce kişi hayatını kaybetti.
Kıtanın çeşitli bölgelerinde yaşanan etnik çatışmalar ve iç savaşlar, Afrika’nın bağımsızlık sonrası dönemde sınırların ve etnik çeşitliliğin kontrol edilmesi konusunda büyük zorluklar yaşadığını açıkça ortaya koyuyordu. Avrupa’nın çizdiği sınırlar toplumu bir bıçak gibi keserek derin sosyal yaralar açmış; tedavi edilmeden üzeri kapatılan yaralar ise zaman içerisinde iltihaplanarak kocaman bir kıtayı açlık, savaş ve belirsizlik içinde bırakmıştı.
Bir çıkış yolu arayan Afrika devletlerinin yardımına yine zaten niyetlerinin halis olmadığını bildiğimiz Batı ülkeleri koşacaktı. Afrika devletlerinin ekonomik kalkınma için aldıkları yardımlar borç yükünü artırdı ve sistemi yardımlara bağımlı hale getirdi. Afrika ülkelerinin kendi politikalarını özgürce belirleme hayalleri artık bu yardımlar ile imkansız hale geliyordu. “Borç krizi” yolsuzluk ile birleşince, bu yardımlar ülkelerin sanayileşmesine katkı sağlamaktan çok, onların dışa bağımlı kalmalarına zemin hazırlayacak ortamın oluşturulması ve sürdürülmesi için kullanılmaya devam etti.
Tüm bunların yanı sıra, Afrika çevresel sorunlarla da mücadele halindeydi. Tarım, madencilik ve ormancılık gibi sektörlerde aşırı kaynak kullanımı, kıtanın doğal dengesini bozmuştu. Ormanların yok edilmesi, toprak erozyonu ve su kaynaklarının kirlenmesi gibi çevresel sorunlar, kıtada yoksulluğu daha da artırdı. Kırsal alanda yaşayan Afrikalıların geçim kaynakları yoktu.
Kırılgan Afrika toplumu, soğuk savaş döneminin getirdiği küresel baskılar ve düzenlemelerden etkilenen bölgelerin başında geliyordu. Afrika, ABD ve Sovyetler Birliği’nin etkisi altında bir ideolojik savaşın ortasında kaldı. Birçok Afrika ülkesi, Batı veya Doğu Blokları tarafından desteklenen rejimlerle yönetildi. Kıta, iki süper güç arasındaki mücadelede taraf olmak zorunda bırakıldı. Bazı ülkelerde görülen askeri darbeler, iç savaşlar ve diktatörlük rejimleri bu ortamdan beslendi. Küba ve Sovyetler Birliği gibi ülkeler, bazı Afrika ülkelerine askeri destek sağlarken; Batılı ülkeler ise kapitalist düzeni yaymak amacıyla hareket etti. Afrika’da şimdi de sosyalist ve kapitalist ideolojilerin mücadelesi vardı. Halbuki bağımsız Afrika’nın asıl ihtiyaç duyduğu şey istikrar ve kalkınmaydı.
1980’li yılların başında Afrika’daki birçok ülke bir yandan sömürge döneminin yol açtığı etnik, siyasi ve ekonomik zorluklarla boğuşurken; bir yandan da küresel ekonomik dalgalanmalar ve düşen hammadde fiyatlarıyla baş etmek zorunda kaldı. Ekonomik istikrar sağlanamıyor, yerel sanayiler gelişemiyor ve halkın yaşam koşulları iyileştirilemiyordu. Ama Afrika çaresiz borçlanmaya devam etti.
IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlardan borç alarak kısa vadeli ekonomik ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan Afrika devletlerinin çoğu, sorunlarını çözemediği gibi bir de ağır borçlanma şartlarının yarattığı yeni sorunlarla karşı karşıyaydı. IMF ve Dünya Bankası, Afrika ülkelerine borç verirken bu ülkelerden “yapısal uyum programları” uygulamalarını talep ediyordu. Bu programlar kapsamında kamu harcamalarının kısılması, sosyal hizmetlerin azaltılması, devletin ekonomideki rolünün küçültülmesi ve özelleştirme politikaları gibi sert önlemler dayatıldı. Ama bunlar kıtadaki yoksulluğun azaltılmasının yöntemi değildi ki; neticede sosyal ve ekonomik sorunlar daha derinleşti.
AIDS salgını gibi önemli bir halk sağlığı krizi meydana geldi. HIV/AIDS’in hızla yayılması, birçok ülkenin ekonomik ve sosyal yapısını olumsuz etkiledi, eğitim ve sağlık sistemleri bu salgınla baş edemedi, aileler parçalandı. AIDS, toplumlar arasında korku ve ayrımcılığı artırarak, kıtada yoksulluğu ve sosyal eşitsizliği derinleştirdi. Ailelerin geçimini sağlayan yetişkin nüfusun AIDS nedeniyle hayatını kaybetmesi, milyonlarca çocuğu yetim bıraktı
Ama karamsar olmayalım, Afrika’da bir yeniden yapılanma hareketi ve bağımsız kalkınma arayışı vardı. Afrika Birliği Örgütü’nün (OAU) çabalarıyla Afrika ülkeleri arasında iş birliği, barış ve kalkınma projeleri geliştirilerek kıtada yeni bir dayanışma doğdu. OAU, 1963’te kurulmuş olmasına rağmen, 1980 ve sonrasında kıtadaki istikrarsızlık ve yoksullukla mücadele etmek için daha aktif bir rol üstlenmeye başladı. Bu süreçte Afrika ülkelerinin kendi aralarındaki dayanışmayı artırma ve kıtanın sorunlarına kalıcı çözümler bulma yolunda önemli adımlar atıldı.
21. Yüzyılda Afrika: Kalkınma Arayışları ve Küresel Entegrasyon (2000-Günümüz)
21. yüzyılın başlarında, Afrika ülkeleri uzun süren bağımsızlık mücadelelerinin ardından yeniden yapılanma ve kalkınma arayışlarına odaklandılar; özgür seçimler, insan hakları ve hukuk devleti prensiplerine dayalı bir siyasi yapı inşa etmeye çalışılıyordu. Başlıca engeller yolsuzluk, nepotizm ve etnik bölünmüşlüktü. Bazı ülkeler ilerleme kaydederken, diğerlerinde otoriter rejimlerin ve askeri darbelerin etkisi devam etti.
Küreselleşmenin etkisini artırması ile birlikte, Afrika uluslararası ticaret sistemine entegre olmaya başlıyordu. Afrika uluslararası arenada yalnızca doğal kaynak sağlayıcısı olarak değil, masada söz hakkı olan bir üye olarak anılmak istiyordu. Çin, Hindistan ve ABD gibi büyük ekonomiler, Afrika’nın doğal kaynaklarına olan ilgilerinden dolayı kıtaya büyük yatırımlar yaptılar. Özellikle Çin, kıtada altyapı projeleri ve maden çıkarma faaliyetlerinde önemli bir rol üstlenerek Afrika ekonomisine doğrudan katkı sağladı. Çin’in Afrika ile olan bu yakın ilişkisi, bazı Afrika ülkeleri için ekonomik büyüme fırsatları sunarken; aynı zamanda kıtanın Çin’e olan ekonomik bağımlılığını da artırıyordu.
Afrika’nın ekonomik gelişimi, tarım, madencilik ve turizm gibi sektörlerde çeşitli reformlarla desteklendi. Afrika Birliği’nin (AU) 2002 yılında yeniden yapılandırılması ile ortak kalkınma projeleri ve bölgesel iş birliğinin artırılması çabaları ivme kazandı. AU’nun kıtadaki barış ve güvenliği sağlamak, yolsuzlukla mücadele etmek ve ekonomik entegrasyonu desteklemek konusundaki çalışmaları, Afrika ülkeleri arasında yeni bir dayanışma ruhu yarattı. NEPAD (Afrika’nın Kalkınması için Yeni Ortaklık) gibi girişimlerle, Afrika’nın kendi ayakları üzerinde durması ve küresel ekonomide rekabet edebilmesi için çeşitli kalkınma projeleri yürütüldü. Ancak bu projelerin kalıcı etkisi ülkeden ülkeye değişiklik gösterdi; bazı bölgelerde kalkınma hızlanırken, diğer bölgelerde yoksulluk ve işsizlik oranları aynı seyirde devam etti.
Kıtadaki istikrarsızlık, kalkınma çabalarını olumsuz etkilemeye devam etti. Sudan, Kongo Demokratik Cumhuriyeti ve Etiyopya gibi ülkelerdeki çatışmaların yarattığı göç dalgaları, yalnızca insani bir kriz yaratmakla kalmadı, aynı zamanda bu ülkelerdeki ekonomik toparlanma süreçlerini de sekteye uğrattı. Tigray bölgesindeki çatışmalardan dolayı Etiyopya’da yaşayan binlerce insan evlerini terk ederek komşu ülkelere sığındı. Göç eden nüfusun çoğunluğunu oluşturan kadın ve çocuklar, sağlık, eğitim ve barınma gibi temel hizmetlere ulaşmakta büyük zorluklarla karşılaştı.
2021 yılında yürürlüğe giren Afrika Kıtasal Serbest Ticaret Bölgesi (AfCFTA), kıta içi ticaretin artmasını ve ekonomik büyümenin hızlanmasını hedefleyen önemli bir adımdı. Bu anlaşma, kıta içindeki ticaretin maliyetlerini düşürmeyi ve Afrika’nın küresel ekonomiyle daha rekabetçi hale gelmesini sağlamayı amaçlıyordu. Ayrıca, Doğu Afrika Topluluğu (EAC) ve Batı Afrika Ekonomik Topluluğu (ECOWAS) gibi bölgesel iş birlikleri, ticaret ve kalkınma projelerini desteklemek için önemli roller üstlendi.
Sudan’da UNAMID ve Mali’de MINUSMA gibi misyonlar, çatışmaların çözüme kavuşmasına yardımcı olmayı hedeflese de yerel hükümetlerle iş birliği eksikliği ve finansal kaynak yetersizliği nedeniyle büyük ölçüde başarısız oldu. Darfur’daki UNAMID misyonu, bölgedeki şiddet olaylarını önlemek konusunda yetersiz kaldı ve yerel topluluklar arasında BM’ye olan güven zedelendi. Afrika için daha etkin ve kapsayıcı müdahale stratejileri geliştirilmesi gerekiyordu.
Kıtadaki güvenlik sorunlarını daha karmaşık ve sıkıntılı hale getiren faktörlerden biri artan terörizm olaylarıydı. Sahel bölgesinde faaliyet gösteren El Kaide ve IŞİD bağlantılı gruplar, yerel yönetimlerin zayıflıklarını kullanarak bölgede etkilerini artırdı. Bu gruplar, yerel halkın güvenliğini sürekli olarak tehdit etmenin yanı sıra, bölgenin eğitim ve sağlık altyapısına ciddi zararlar verdi. Fransa’nın yürüttüğü askeri operasyonlar ve BM barış gücü misyonları, bu tehdidi kontrol altına almaya çalışsa da yerel topluluklar güvenlik stratejilerine entegre edilmeden kalıcı bir çözüm sağlanması zor görünüyor.
İklim değişikliği, siyasi çatışmalar, ekonomik zorluklar gibi çeşitli sebeplerden özellikle Doğu Afrika bölgesindeki birçok insan daha iyi yaşam koşulları arayışıyla göç etmek zorunda kaldı. Çad, Somali ve Güney Sudan gibi ülkelerden başlayan büyük göç dalgaları Afrika’da sosyal ve ekonomik baskıları artırırken birçok bölgede barınma, sağlık ve gıda gibi temel ihtiyaçların temini sorununa neden oldu. Kıtanın genç nüfusunun Avrupa’ya göç etme çabaları da “beyin göçü” sorununu derinleştirdi.
Kentleşme arttıkça, şehirlerde altyapı yetersiz kaldı. Nairobi, Lagos ve Kinşasa gibi büyük şehirlerde gecekondu bölgeleri hızla büyüdü. Kentleşmenin hız kazanması ile kırsal bölgede tarımsal üretim azaldı, ekonomik dengesizlikler arttı. Bununla birlikte, dijital dönüşüm Afrika ekonomisinde yeni fırsatlar yarattı. Kenya’da mobil ödeme sistemi M-Pesa, kırsal alanlarda finansal erişimi artırarak ekonomik katılımı güçlendirdi. Nijerya ve Güney Afrika gibi ülkeler ise teknoloji girişimciliği ve yenilikçi çözümlerle ekonomilerini çeşitlendirme çabalarını hızlandırdı.
Afrika’da kadın hakları ve toplumsal cinsiyet eşitliği de bu son dönemde daha önem kazandı. Kırsal bölgelerde kadınların eğitime erişimlerinin sınırlı olması, erken yaşta evlilikler ve kadın istihdamının düşük seviyelerde kalması, kadınların toplumsal hayata katılımını engelliyordu. Bazı Afrika ülkelerinde kadın hakları ve cinsiyet eşitliği konusunda ilerlemeler kaydedilse de birçok bölgede kadınların eğitime, sağlık hizmetlerine ve ekonomik fırsatlara erişimi hala büyük engellerle karşılaşıyordu.
Öte yandan salgın hastalıklar, 21. yüzyıl Afrika’sında halen ciddi bir sorun olmaya devam ediyor. AIDS, sıtma, kolera ve ebola gibi salgınlar yayılmaya devam ediyor. COVID-19 pandemisinden en çok etkilenen bölgelerden biri Afrika’ydı. Kıtadaki sağlık sistemlerinin ne denli kötü olduğuna hepimiz şahit olduk.
İklim değişikliği gezegenimizin meselesi, ancak bundan en çok Afrika bölgesi etkileniyor. Özellikle Sahra Altı Afrika’da kuraklık ve aşırı büyük ve zamansız iklim olayları, tarımsal üretimi menfi etkilerken su kaynaklarının azalmasına, verimin azalmasına hatta çölleşmeye neden oluyor, kırsalda geçim sıkıntısı artıyor, kırsal nüfus işsizlik ve açlıkla karşı karşıya kalıyor. Büyük Yeşil Duvar Projesi, Sahra Altı Afrika’da çölleşmeyle mücadele etmek ve sürdürülebilir tarımı desteklemek için umut verici bir girişim olarak dikkat çekse de daha alınması gereken çok yol var.
. Sudan’da, özellikle güneydeki Hristiyan topluluklarla kuzeydeki Müslüman Araplar arasında yaşanan uzun süreli iç savaş, 2005’te Kapsamlı Barış Anlaşması ile sona erdirilmeye çalışıldı. Bu anlaşma, Güney Sudan’a geniş bir özerklik tanıyarak bölgedeki gerilimi azaltmayı amaçladı ve 2011 yılında Güney Sudan’ın bağımsız bir devlet olarak kurulmasıyla sonuçlandı. Ancak Güney Sudan bağımsızlık kazandıktan sonra da iç çatışmalardan kurtulamadı; ülke içinde siyasi çekişmeler ve etnik gruplar arasındaki mücadeleler nedeniyle iç savaş devam etti.
Kongo Demokratik Cumhuriyeti, bölgesel istikrarsızlık ve doğal kaynakları kontrol etme hırsı nedeniyle birçok silahlı grubun çatıştığı bir alan haline geldi. Bölgedeki zengin doğal kaynaklar, Kongo’da milis grupların güç kazanmasına ve sürekli bir çatışma ortamı yaratılmasına neden oldu. Afrika Birliği’nin çabalarına rağmen, Kongo’daki silahlı çatışmalar ve insan hakları ihlalleri hala sürüyor. Uluslararası toplumun ve Afrika Birliği’nin barışı sağlama çabalarına rağmen, Orta Afrika Cumhuriyeti’nde uzun süreli bir barış ortamı sağlanamadı ve ülke halen çatışmaların ve siyasi istikrarsızlığın pençesinde bulunuyor.
Afrika’nın Geleceği ve Çin
Afrika ve Çin ilişkilerine dikkatli bir bakış atfetmek gerekiyor. Son yıllarda Afrika, kalkınma hedeflerine ulaşmak için küresel ortaklık seçeneklerini genişletirken, Çin’le kurulan stratejik ortaklıklar özellikle öne çıkıyor. Çin, Afrika’da altyapı projelerine yaptığı yatırımlarla bölge ekonomisini destekliyor; yol, köprü, enerji santrali, liman gibi projelerle hem ticaret hacmini büyütüyor hem de istihdam alanları yaratıyor. Ancak bu yatırımlar, bir yandan Afrika’ya fayda sağlarken bir yandan da kıtayı Çin’in ekonomik ihtiyaçlarına hizmet eden bir kaynak konumuna getirme riskini taşıyor.
Afrika, Çin’le ortaklık stratejisiyle değer üreten bir üretim merkezi haline gelmelidir. Aksi takdirde daha önce olduğu gibi gelecekte de bağımsız olamayabilir. Halbuki dış yatırımları ve küresel entegrasyonu kendi uzun vadeli hedefleri doğrultusunda yönetmelidir. Bu, Afrika’nın Çin dış yatırımlarını stratejik bir araç olarak kullanarak iç büyümeyi destekleyip, yenilikçiliği ve yerli sanayiyi güçlendirmesiyle olacaktır. Afrika, artık geleceğe umutla bakmalı; genç nüfusu ve kültürel zenginliği, küresel arenada daha güçlü bir konuma erişmek için kullanmalıdır. Kıtanın büyük bir potansiyeli var. Neler olacak; bekleyip göreceğiz.
Murat Ülker zirveye giden yolu anlattı: Aile işletmelerinde başarı için ilk adım
Murat Ülker yazdı: Otomotiv endüstrisinin umudu hidrojen mi?
Murat Ülker: Çiftçi Konate İbrahima nasıl mutlu oldu?
Murat Ülker 'içinden Papa çıkaran' Medici Ailesi'ni mercek altına aldı